Ayvalık tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayvalık tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2024 Cumartesi

AYVALIK ve ÇEVRESİ TARİHİ

GİRİŞ AMACIYLA
Tüm yazılı kaynaklarda Ayvalık (dolayısı ile Alibey (Cunda) adası), XVII. yüzyılda "bir anda" karşımıza çıkar. Ben bunu; Geórgios Sakkáris (Γεωργιος Σακκαρης)'nin 1920 yılında yayımlanan: "Kidonya Tarihi" (Ιστορία των Κυδωνιών) kitabına bağlamaktayım (Köksal,2021.a).

Doğan Aka (Aka,1944), Macit Uygur (çeviri Hıfzı Erim) (Uygur,1948) ve Ahmet Yorulmaz (Yorulmaz,1977) ile Helen tarihçileri, Sakkáris'nin bu eserinin etkisi altında kalmışlardır. 

Bu durumla ilgili -bence- "doğruya en yakın tarih yazımı", Kemal Özer'in 1937 yılında Balıkesir Türk Dili Gazetesi'nde, aralıklı tarihlerle yayımladığı "Tarih tetkikleri: Ayvalık Tarihi..." adlı yazı dizisi ile olmuştur (Özer,1937;Köksal,2021.c).

Öğretmen olan Özer, buradaki "Ayvalık tarihi yaklaşımını" bir başka kitapta tekrar etmemiş, önce Gönen (Balıkesir)'e ardından da Mustafakemalpaşa (Bursa)'ya tayin edilmiş ve burada ölmüştür.

-Yine bence,- Berrin Akın Akbüber'ın Ayvalık çalışmaları, mevcut "Ayvalık tarih yazımından" bir kopuş olmuştur. Akbüber'in özellikle doktora tezinde (Akbüber,2014), Ayvalık tarihi ile "Lale Devri" arasında bağlantı kurması (aslında 1. Tanzimat ve Osmanlı'nın kapitalizm ile tanışması süreci ile bağlantı kurması) ve oradan "Ayvalık tarih yazımına" başlaması, benim gibilerin "tekrar ettikleri" Ayvalık tarih tezlerine yeni bir soluk getirmiştir.

Akbüber ve Hakan Dinç ile ile daha sonra tanışma ve düşüncelerimi paylaşma olanağım da oldu (Akbüber,2005).

Benim gibilere göre Ayvalık kentsel dokusu:
"Ioannes Dimitrakéllis Oikonomos (Ιωάννη Δημητρακέλλης Οικονόμου) (Köksal,2014) hakkında yazılan kurmaca tarihten daha önce kurulmuş bir köydü (Köksal,2021.b). II. Murad ve sonrasında bölge "iskana özendirildi"II. Mehmed (Fatih) ile Ayazment (Altınova) merkez alınarak bölge geliştirildi (Köksal,2019.a;2019.b;2019.c). Neredeyse XVI ve XVII. yüzyıllarda süren "suhte hareketleri" ile iklimsel, coğrafi ve biyolojik felaketler sonucunda bölge uzun süre iskansız kaldı (Köksal,2018).  II. Mahmud, III.Mustafa vd. yani kısaca Tanzimat sonrası yıllarda gelişti. İklim ve toprak örtüsünün olanakları ile Gömeç'e (Köksal,2023) kadar "zeytin tarlaları" ve Kozak boyunca "çam fistığı tarlaları" ile oldukça "zengin" bir Ege yerleşmesi oldu. vs. ..."

Ayvalık ile tanışmam İTÜ günlerime kadar uzansa da gerçek "Ayvalıklımsı" oluşum 2013 yılına dayanır. O günden günümüze "Ayvalık iskan çalışmaları" okumaları ve "not alma" çabalarım sürmekte. Belli bir olgunluğa geldiğinde de yazmaktayım. Ama okur bilmelidir ki: "daha üzerine konuşamadığım yığınla Ayvalık konusu da bulunmaktadır". 

2019 yılında "şehir okumaları" süreken, elime Raif Kaplanoğlu'nun bir kitabı geçmişti (Kaplanoğlu,2014). Bu kitabı ve dipnotlarını takip ederek, "Ayvalık ve yakın çevresinin iskanı"nı kaleme almıştım. O bloglardaki hedefimi ve yöntem bilgisini makalede belirtsem de, bazı arkadaşlar "yazının maksadını küçümsemiş" ve bunun üzerine de yazılara üçüncü bölüm ile son vermiştim

O günlerde bloglarım sekiz bölümden oluşuyordu:
- Sultan Murad külliyesi ve Murad-ı sânî vakfı arazisi (Köksal,2019.a),
- 1530 tahririne göre Ayazmend nahiyesi ve kazası (Köksal,2019.b),
- Ayazmend'in XVI. yüzyılın son çeyreğinde durumu (Köksal,2019.c),
- Sarıca vakfı ve Manisa,
- 1653 yılında Kidomas (Ayvalık)'lı 33 aile (Köksal,2021.b),
- Uzun Sokak muamması ve taş ocakları,
- Dimitrakéllis'in (Helen kaynaklarına göre Ayvalık'ı kuran kişi) idamı,
- 1884 sonrası Ayvalık kamu tarihi (bu terim sayın Nahide Şimşir'e aittir.) 
(Köksal,2022),

Beni eleştiren bu arkadaşlar bugüne kadar özgün bir makale yazmadıkları (veya en azından ben okuyamadığım) için, ben de 1.300 yıl öncesinden başlayarak "Ayvalık ve yakın çevresinin iskanı" üzerine yazmayı "ahlaki bir görev olarak" üstlendim. 

Becerbildiğim takdirde "Samos thema"sından (θέμα Σάμου) başlayarak, Ayvalık yakın çevresine ait olan bir "oluş tarihini" kaleme almış olacağım.

1. KISACA ROMA İMPARATORLUĞU
Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu, Augustus [1]'un cumhuriyeti tek başına yönetebilecek yetkileri ele alması ile oluşturduğu Antik Roma devletidir (harita.01)

(harita.01) Roma İmparatorluğu'nun en geniş hali MS 117 yılı.
kaynak: vikipedi.org

Uzun yıllar Akdeniz çevresinde hüküm süren imparatorluk, 350 yılındaki Kavimler Göçü'yle başlayan iç karışıklıklardan sonra 395 tarihinde doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı. 

Kavimler Göçü, MS 350-800 yılları arasında Avrupa'ya yapılan şiddetli insan göçüdür. İlk dönem ve ikinci dönem olarak ikiye ayrılmaktadır. İlk dönemki kavimler göçü Batı Roma İmparatorluğu ve Hunlar arasındaki yoğun sınır değişikliklerini kapsar. İkinci dönem kavimler göçüyse ilk dönemkinin devamı niteliğindedir. İlk gelen göçmenler Hunlar, Slavlar, Ön Bulgarlar, Alanlar tarafından Batı'ya doğru sürülen Gotlar, Anglo-Saksonlar, Vandallar ve Franklar gibi Cermen kabileleriydi. İkinci dönem göçleri de Kuzey Afrika, Anadolu ve Avrupa'da derin değişimlere sebep olmuştur (harita.02) (vikipedia.org).

(harita.02) Kavimler göçü (MS 350-800 yılları arası)
kaynak: vikipedi.org

Roma İmparatorluğu, yaklaşık 5.900.000 km² büyüklüğünde, Avrupa tarihinin "klasik antikite" dönemindeki en geniş imparatorluğuydu. Latince Imperium Romanum denilen Roma İmparatorluğu'daki "imperium" sözcüğü "bölge, vilayet, il" anlamına gelmekteydi ve Augustus'un dönemi boyunca bu biçimini korudu. Ülke III. yüzyılın sonlarında yönetimdeki Diocletianus [2] ile coğrafi olarak yeniden tanımlanacağı bir düzleme geçti. "Diocletianus reformları" adını vereceğimiz bu politik sistem sonrasında, imparatorluk Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu adları ile bölünerek varlığını sürdürdü (harita.03)

(harita.03) "Diocletianus reformları" sonrası imparatorluk (MS 460 yılı).
Haritadaki "mor renk" Batı Roma İmparatorluğu'nu "leylak" renk" ise Doğu Roma İmparatorluğu'nu göstermektedir.
kaynak: worldhistory.org

Diocletianus'un artan Müslüman baskılarına karşı kurduğu bir "yerel idare birimi" olan "diakos sistemi" bir süre sonra I. Konstantin [3]'in geliştirdiği "thema sistemi" ile yer değiştirdi. Yaklaşık 1350 yılına kadar süren bu "thema sistemi", VI. Ioannis döneminde ortadan kaldırılıp, Ortaçağ'da çok popüler bir uygulama olan "vasal sistemine" dönüştürüldü.

Bildiğiniz gibi Batı Roma İmparatorluğu 4 Eylül 476 tarihinde, Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453 yılında Konstantinopolis (İstanbul)'in alınışı ile son buldu.

2. "THEMA" SİSTEMİNİN KURULMASI
İmparatorluk kurulan "diakos sistemi" ile biri askeri diğeri sivil idareden sorumlu iki eyalet valisi tarafından yönetilmekteydi. Böylece kurulan bu sistem Avrupa'dan farklı olarak, hem askeri hem de sivil yetkileri elinde tutan bir valinin feodal bir güç haline gelmesi engellenmiş oluyordu. VII. yüzyıl başlarında imparatorluk askeri ve sivil idareyi birbirinden titiz bir şekilde ayırmayı sağlamıştı.

Ancak VII. yüzyıl ortalarında imparatorluk her boyutuyla saldırıya uğramaya başladı. 640 yılına gelindiğinde Sasaniler Irak, Suriye ve Mısır’ı, Avar'lar Balkanları ve Lombardlar ise Kuzey İtalya‘yı işgal etti. Bu işgaller ile imparatorlukta tarım üretimi ve vergi geliri azalmaya başladı. Özellikle Arapların 10 yıl gibi kısa bir sürede Irak, Suriye ve Mısır’ı ele geçirmeleri imparatorlukta şok etkisi yarattı. 

Bunun üzerine imparatorluk, Anadolu'yu beş büyük thema’ya ayırdı ve yeni bir idari sisteme geçti. Bu themaların yönetimine atanan generaller, yönettikleri topraklardaki sivil yöneticilerin yetkilerini de üzerlerine alarak istilalara karşı etkin bir savunma pozisyonu aldılar. 

Biraz yakından incelendiğinde ilk kurulan bu beş thema, Bizans İmparatorluğu'nun o zaman elinde bulunan "beş değişik seyyar sahra ordusu" olduğu anlaşılır. 

İlk thema'lar şunlardı (harita.04):
Armeniakon Theması (Θέµα Άρµενιακόν): Merkezi Amasya (Amasea) idi. 667'de kurulmuştu. Antik Pontos, Armania Minor ve kuzey Kapadokya eyaletlerinden oluşmaktaydı.

Anatolikon Theması (Θέµα Άνατολικόν): Merkezi Emirdağ yakınlarındaki eski Amorium kenti idi. İlk defa 669'da ismi geçmektedir. Orta Anadolu'da eski Oriens eyaletini kapsamaktaydı.

Opsikion Theması (Θέµα Ὀψικιόν): Merkezi İznik (Nicea) idi. İlk defa 680'de ismi geçmektedir. İmparatorun yakın akraba veya maiyetine verilmekte idi. Strategos (eyalet valisi) komes (kont) unvanı taşımaktaydı. Kuzeybatı Anadolu eski Bitinya, Paflagonya ve kismen Galatya eyaletlerinden oluşmaktaydı.

Trakyalılar Theması (Θέµα Θρακησιόν): Merkezi Efes idi. Adının Trakya'ya benzemesi, Trakya'dan Anadolu kıyılarına getirilmiş seyyar ordu bölgesi olmasındandı. Batı Anadolu Ege kıyılarında eski İyonya, Lidya ve Karya eyaletlerini kapsamaktaydı.

Karavisiyanon Theması (Θέµα Kαραβησιάνων): Merkezi Antalya (Attaleia) idi. Bu bir donanma theması idi (κάραβις : gemi). Güney Anadolu'nun Akdeniz kıyılarını ve Ege Adaları'nı kapsamaktaydı. (vikipedia.org)

(harita.04) Anadolu'da kurulan ilk beş thema (MS 760 yılı)
kaynak: vikipedia.org

Thema, Osmanlı’nın "beylerbeyliği sistemi"ne çok benzemekteydi. Themalardan oluşan "ekşarjlık sistemi" nedeniyle Doğu Roma İmparatorluğu’ndaki güçlü sivil aristiokrasi ve kurumlar askerileşmiş, sivil sosyete yerini yeni askeri elit zümreye bırakmıştı. Birçok tarihçiye göre bu dönem Doğu Roma İmparatorluğu için geç antikite çağının sonu ortaçağın başlangıcıdır. 

Roma diakos sistemi’nin yerine geçen "ekşarjlık sistemi" 700 yıldan fazla bir süre uygulandı. Ancak imparatorluğun sürekli toprak kaybetmesi ve yeni topraklar ele geçirememesi sonucu thema sistemi uygulanamaz hale geldi, ekşarjlıklar sürekli küçülerek etkisini yitirdi. Ayrıca 1204 yılındaki IV.Haçlı Seferi sonucunda Konstantinople (İstanbul)’yi ele geçiren haçlıların Latin İmparatorluğunu kurup Frank Apandaj Sistemi’ne benzer ortaçağ usulü feodal sistemi getirmeleri themaların tam olarak çözülmesine neden oldu. En sonunda imparator VI.Yannis Kantakuzenos yeni bir reformla artık uygulanamaz hale gelmiş olan ekşarjlıkları kaldırarak thema sistemine son verdi ve tamamiyle feodal apandaj sistemine geçti.

3. SAMOS (Sisam) THEMASI (θέμα Σάμου)
950 yılına gelindiğinde thema sayısında artış olmuştu (harita.05). Themaların aynı zamanda "iktisadi birim-vergi ünitesi" olması, bölünmelerine de neden olmaktaydı. Bu konuda sayısız Türkçe ve diğer dillerde kaynak bulmak da mümkündür.

(harita.05) Doğu Roma İmparatorluğu themaları (MS 950 yılı)
kaynak: vikipedia.org

Sisam theması, Doğu Ege Denizi'nde bulunan ve IX. yüzyılın sonlarında kurulmuş bir Bizans askeri-sivil eyaletiydi. Bizans İmparatorluğu'nun üç özel deniz themasından biri olarak, donanmaya gemi ve birlik sağlamaya hizmet ediyordu. VII. ve IX. yüzyıllardaki çeşitli Bizans deniz komutanlıklarının kuruluş tarihleri ​​ve bölgesel sınırları çoğunlukla belirsizdir. 

Bu themanın askeri gücü, VIII. yüzyıl başında Karabisianoi'lerin [4] üniter donanması bölünerek kuruldu.  

Sisam themasıDoğu Ege adalarının yanı sıra Adramyttion (Edremit) ile Ephesos (Selçuk) (o zamanlar Theologos olarak da bilinir) arasındaki Küçük Asya'nın batı kıyısını da kapsamaktadır. Themanın merkezi Smyrna (İzmir)'daydı, buna bağlı olarak koramiral yardımcılarının Adramyttion ve Ephesos'ta yönetim merkezleri vardı.

Sisam theması; Samos, Ephesos, Miletus, Magnesia, Tralles, Lebedos, Teos, Clazomenae, Phocaea, Pergamon, Adramyttion kentlerinden oluşmaktaydı.

911 yılında Sisam deniz kuvvetlerinin; 3.980 kürekçi ve 600 denizci ile 22 savaş gemisinden oluşan bir filo olduğu kaydedilmektedir. Sisam theması yönetimi ve yetkilileri, donanma gemilerini ve mürettebatını oluşturmanın yanı sıra adaları savunmaktan da sorumluydu. Bununla birlikte, themanın anakara kısmının kıyısını savunma görevi Trakya Theması'na aitti. (harita.06) (vikipedia.org). 

(harita.06) Samos Theması (MS 900 yılı)
kaynak: vikipedia.org

4. BİZANS DONANMASI (Βυζαντινό ναυτικό)
Bizans donanması ya da Doğu Roma donanması, İmparatorluk donanma kuvveti idi. Öncülü olan Roma İmparatorluk donanmasının doğrudan devamıdır fakat devletin savunulmasında ve ayakta kalmasında, öncülünden çok daha fazla hayati rol oynamıştır. Birleşik Roma İmparatorluğu'nda donanmaları daha az tehditle karşılaşmış, lejyonlar prestij sağlayan daha ikincil bir güç olmalarına rağmen Doğu'da bazı tarihçilerin "denizci imparatorluk" olarak adlandıracakları kadar imparatorluğun hayati bir parçası olmuştur.

Bizans donanması "stratigos" (στρατηγός) tarafından yönetilirdi. "Ordu lideri" "general" anlamında kullanılırdı. Bu terim aynı zamanda bir "askerî vali" anlamına da gelirdi. 

Burada belirtmekte fayda var, 9,600 asker ve 4 "küme, birlikten" (τουρμάρχης : turmarchis) oluşan, stratigos tarafından yönetilen bir thema, askeri olarak şöyle bölümlenirdi (tablo.01):


Akdeniz'de Roma egemenliğine ilk tehdit Vandallar tarafından V. yüzyılda olmuştur fakat bu tehdit VI. yüzyılda I. Justinianus'un savaşları ile sona erdirilmişti. Aynı dönemde sürekli bir filonun kurulması ve dromon kadırgalarının devreye girmesi ile Bizans donanması geç Roma köklerinde ayrılmaya ve kendi karakteristiğini oluşturmaya başlamıştı. VII. yüzyılda İslam'ın yayılışı başladığında da bu süreç devam etmişti. Bu dönemde, Bizans Donanmasının en iyi bilinen ve en korkulan gizli silahı Rum ateşinin de kullanılmasıyla Konstantinopolis, birçok kuşatmadan kurtarılmış ve donanmanın dahil olduğu çok sayıda çarpışma kazanılmıştır.

Başlangıçta Bizans kıyılarının savunulması ve Konstantinopolis'e yapılan saldırıların bertaraf edilmesi Karabisianoi'nin büyük filosu ile yapılmıştı. Fakat ilerleyen dönemde merkezi imparatorluk filosu Konstantinopolis'i korumak ve deniz seferlerinin nüvesini oluşturmak için bu şehirde tutulurken, diğer görevler birçok thema filosuna dağıtılmıştır. 

VIII. yüzyılın sonlarında, Bizans donanması, iyi organize olmuş ve gücünü muhafaza eden, Akdeniz'de baskın bir deniz gücüydü. Müslüman donanmaları ile düşmanlıkta üstünlük sürekli tarafların arasında el değiştirtirdi. Bu, doğu Akdeniz'de Bizanslıların kesin hakimiyet sağladıkları X. yüzyıla kadar sürdü.

XI. yüzyıl boyunca, İmparatorluğun kendisi gibi donanma da düşüşe geçmeye başladı. Batı'dan yeni deniz tehditleri ile karşılaştı, Bizanslılar, artan bir şekilde Venedik ve Ceneviz gibi şehir devletlerinin donanmalarına güvenmeye zorlandı ve bunun Bizans ekonomisine ve egemenliğine felaket etkileri olmuştur. 

Komnenos Hanedanı dönemini, 1204 yılında Dördüncü Haçlı Seferi ile imparatorluğun çözüldüğü bir felaketle biten bir başka gerileme dönemi izlemiştir. 1261 yılında imparatorluk yeniden kurulduktan sonra, Paleologos Hanedanı döneminde birçok imparator donanmayı diriltmeyi denemiş ancak çabalarının geçici etkileri olmuştur.

XIV. yüzyılın ortalarında, tek seferde yüzlerce savaş gemisi çıkarabilen Bizans donanması en iyi durumda birkaç düzine ile sınırlı hale geldi ve Ege Denizi kontrolü kesin olarak İtalyan ve Osmanlı donanmalarına geçti. Fakat küçülen donanma 1453 yılında Osmanlılar tarafından Bizans İmparatorluğu'nun yıkılışına kadar varlığını sürdürdü.

5. SİSAM ADASI 
Sisam (Samos), zengin tarihe sahip bir Helen adasıdır. Anadolu kıyılarına yaklaşık 1 km uzaklıkta yer alan Sisam, antik dönemde İyonya'nın önemli bir ticaret ve denizcilik merkezi idi. XIX. yüzyıldaki sanayileşmeden etkilenen, dünyanın dört bir yanına ihraç ettiği şaraplarıyla ünlü, hatta geçmişte “komünyon şarabı” üretme ayrıcalığına sahip olan Sisam, doğal güzellikleri ile ilgi çekici bir turizm merkezidir (resim.01).

(resim.01) Sisam adası genel görünüşü.
kaynak: neoskosmos.com

Antik Çağda Samos'un İzleri
Tarih ve doğal güzellikler açısından zengin, Ege Denizi'nin doğusunda, Anadolu'ya yakın bir konumda yer alan Sisam adası, ayrı bir tarihi mirasa sahiptir. Neolitik dönemden bu yana ve daha sonra Arkaik dönemde Yunanistan ana karasından gelen İyonyalılar tarafından iskan edilen ada, Yunan coğrafyacı ve tarihçi Strabon'a [5] göre adını muhtemelen üzerindeki adayı kaplayın dağlardan dolayı, Fenike dilinde "yüksek" anlamına gelen "sama" kelimesinden almıştır. Sisam ayrıca, Andolu kıyısındaki on iki Yunan İyon kentinin ve komşu adaların ittifakı olan ve bölgedeki Yunanlıları Perslere karşı birleştiren İyon Konfederasyonu'nun da bir parçasıydı.

Ada, MÖ VII. yüzyıldan itibaren İyonya kıyılarında, Trakya'da ve Akdeniz'in batısındaki kolonileri kurarak önemli bir deniz ve ticari güç haline geldi. Yunan tarihçi ve coğrafyacı Herodot'a göre Sisamlılar, Herkül Sütunları'nı (Cebelitarık) geçen ilk Yunanlılardı.

Antik çağda Sisam, üzüm bağları ve şarap üretimi, kırmızı çömlekçiliği, demir madenleri, bronz ve mücevher fabrikaları ile sanat ve zanaatları, meyve üretimi ve zeytinyağıyla tanınan, özellikle zengin ve güçlü bir adaydı. Ada, geometri teoremi ile tanınan Helen filozof ve matematikçi Sisamlı Pythagoras (Πυθαγόρας ὁ Σάμιος), filozof Epikür (Ἐπίκουρος), dünyanın güneş etrafında döndüğünü ilk öne süren gökbilimci Aristarkus (Ἀρίσταρχος), tarihçi ve coğrafyacı Herodot (Ἡρόδοτος), masalcı Ezop (Αἴσωπος) gibi ünlü isimlerinin doğum yeri veya ikametgahıydı (resim.02).

(resim.02) Gouffier'in Sisam adası haritası.
kaynak: neoskosmos.com

Antik Sisam kenti, MÖ VI. yüzyılda en güçlü olduğu dönemde, yenilikçi yöntemler kullanarak olağanüstü teknik ve sanatsal başarılara imza attı. Sisam kentine tatlı su sağlayan 1 km uzunluğundaki Eupalinos tüneli (Ευπαλίνιον όρυγμα), eski bir mühendislik harikası olarak nitelendiriliyor. Yapımı özellikle dikkat çekicidir çünkü tarihte her iki ucundan da sistemli bir şekilde kazılan ilk tüneldir. 2017 yılında restore edilen Eupalinos tüneli şu anda ziyarete açıktır (resim.03) ve (harita.07).

(resim.03) Restore edilip ziyarete açılan Eupalinos tüneli.
kaynak: vikipedia.org

(harita.07) Restorasyonu 10 yıl süren Eupalinos tüneli haritası.
kaynak: matematiksel.org

Adadaki ikinci büyük eser, Sisam'ın İon dünyasının en büyük heykel merkezlerinden biri haline getiren, görkemli heykellerle süslenmiş devasa bir yapı olan büyük Hera Tapınağı (Ηραίο Σάμου)'dır. Hera Tapınağı, 1992 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer almaktadır (resim.04)

(resim.04) Hera Tapınağı'nın bugünkü hali.
kaynak: vikipedia.org

Bizans ve Osmanlı dönemleri
Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası olan ada, merkezi ana karada, İzmir'de bulunan "Sisam Theması" adı altında denizcilik temasına aitti. 1346'da Cenevizliler Sakız adası, Sisam adası ve İkaria'yı ele geçirdiler ve yönetimini Cenevizli Giustiniani ailesine devrettiler.

Sisam, korsanlık ve veba salgınının etkisiyle adanın neredeyse terk edildiği 1475 yılında Osmanlı egemenliğine girmiştir. Ada, Ege Denizi'nin kontrolünü ele geçiren Osmanlı yetkililerinin adayı Yunanistan'ın dört bir yanından yerleşmek için gelen yerleşimcilerle yeniden doldurma çabalarına girmesine kadar neredeyse bir yüzyıl boyunca ıssız kaldı. Yerleşimciler vergi muafiyeti ve yerel işlerde özerklik gibi bazı ayrıcalıkların tanınmasından etkilendiler. Ada yavaş yavaş toparlandı ve XVII. yüzyılda yaklaşık 10.000 kişilik bir nüfusa ulaştı.

Tanınmış bir Fransız botanikçi ve doktor olan Joseph Pitton de Tournefort [6], 1700-1702 yılları arasında Doğu Akdeniz'e yaptığı bir gezi sırasında Sisam'ı da ziyaret etti. Dikkatli bir gözlemci olarak kabul edildiği için XIV. Louis tarafından bir çalışma görevine gönderilen de Tournefort, anılarında şunları yazdı: 
Bugün orada, bu adada yalnızca on ila on iki bin kişi yaşıyor ve bunların neredeyse tamamı Yunanlı; yine Nikaria'dan (Ikaria) olan ve Chora'da ikamet eden bir piskoposları var. Türklerin orada sadece kadı ve voyvodası var. (Tournefort,1717;206)” (resim.05).

(resim.05) de Tournefort'un seyahat kitabının ikinci cildi.
kaynak: gallica.bnf.fr

Osmanlılara Karşı Bağımsızlık mücadelesi
1768-1774 Rus-Türk Savaşı sırasında adanın 1771-1774'te Rus kontrolüne geçmesiyle Osmanlı yönetimi kesintiye uğradı. Rusya İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 21 Temmuz 1774'te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rum Ortodoks nüfusun ticari faaliyetlerinin büyük ölçüde genişletilmesine olanak tanıyan maddeler içeriyordu. Sisam'daki tüccarlar da bu durumdan yararlandı ve ticarete ve ulaşıma dayalı bir orta sınıf gelişmeye başladı.

Sisamlılar, Akdeniz'deki seyahatleri aracılığıyla aydınlanmanın ve Fransız Devrimi'nin ilerici fikirleriyle temasa geçtiler ve bunun sonucunda iki rakip siyasi parti, ilerici radikal Karmanioli ("Carmagnoles", adını Fransız devrim şarkısından alıyordu) oluştu. Çoğunlukla oligark elitlerin temsil edildiği gerici Kallikantzari partisi ise diğer grubu oluşturuyordu. 1807 yılında Lykourgos Logothetis (Λυκούργος Λογοθέτης) liderliğindeki Karmanioli, Osmanlı'nın yanında yer alan Kallikantzari'ye karşı iktidarı ele geçirdi. Bu hareket 1812'de Osmanlı yetkilileri tarafından devrildi ve liderleri adadan sürüldü.

Sisam Özerk Prensliği bağımsızlığa doğru bir adım
Sisam'da Mart 1821'de Osmanlılara karşı başlayan devrim sonrasında kendi anayasasıyla devrimci bir hükümet kuruldu. Sisamlılar, 1821, 1824 ve 1826'da, Osmanlı'nın adayı geri almaya yönelik üç girişimini başarıyla püskürttüler. Ancak 1830 yılında Londra Protokolü ile bağımsız Yunan devleti kurulduğunda Sisam adası Yunan topraklarından çıkarıldı. Sisamlılar, adayı bağımsız bir devlet olarak ilan ederek Sultan'a daha fazla tabi olmayı kabul etmeyi reddettiler ve sonunda baskıyla 1834'te Osmanlının hükümdarlığı altında "özerk beylik" ilan edilmesini başardılar.

Sisam, Osmanlı İmparatorluğu'na yıllık 2.700 £ ödemek zorunda kalan yarı bağımsız bir devlet haline geldi. Ada, Osmanlı İmparatorluğu'nun hükümeti olan Babıali tarafından atanan ve "Prens" unvanını taşıyan Yunan asıllı bir Hıristiyan tarafından yönetiliyordu. Prens'e genel müdürlük görevinde adanın dört bölgesi olan Vathi, Chora, Marathokampos ve Karlovassi'den atanan 4 üyeden oluşan bir Senato yardımcı oluyordu. Adanın modern başkenti, denizden ve antik kentin bulunduğu yerden yaklaşık 3 km uzaklıkta bulunan Chora'ydı. 20. yüzyılın başında başkent, kuzey kıyısındaki dar ve derin bir körfezin başında bulunan ve aynı zamanda adanın ana limanı haline gelen Vathí'ye devredildi. 

XIX. yüzyılda Sisam, Vathí'deki tütün endüstrileri, Karlovassi'deki tabakhane, şarap üretimi vb. sayesinde ticaret ve deniz taşımacılığında gelişirken dikkate değer bir endüstriyel gelişme yaşamıştır. Esas olarak adanın özerkliğinden kaynaklanan bu ekonomik refah, büyük bir burjuva sınıfının ve aynı zamanda bir işçi sınıfının ortaya çıkışı. Adanın nüfusu arasında halihazırda mevcut olan sosyo-ekonomik hareketleri güçlendirecek şekilde ticaret odaları ve sendikalar oluşturuldu.

Sisamlılar bağımsız Yunan devletiyle birleşme çabasından vazgeçmediler ve 1912'deki ilk Balkan Savaşı sırasında Yunan siyasetçi ve Sisam milletvekili Themistoklis Sofoulis (Θεμιστοκλής Σοφούλης) bir avuç Yunan gönüllüyle birlikte adanın kontrolünü ele geçirdi. Osmanlılar Anadolu anakarasına çekildi ve Sofoulis, 1913'te adanın Yunanistan'a katılmasını sağlayarak Sisam'ı tamamen Osmanlılardan devraldı. Sisam'ın statüsü, Midilli, Sakız Adası ve İkaria adalarıyla birlikte Birinci Dünya Savaşı'ndan kaynaklanan 1923 Lozan Barış Antlaşması'na tabidir. 

Samos'un ünlü şarabının üretildiği verimli topraklar
Büyük ölçüde dağlık olmasına rağmen Sisam'da nispeten verimli birçok büyük ova vardır. Antik çağlardan beri Sisam doğal zenginlikleri ile ünlüdür ve bir toprağın sunabileceği her şeye sahiptir: bol su, odun, Yunan dünyasının en saf yağı ve her türlü tarım ürünü. Adanın büyük bir kısmı üzüm bağlarıyla kaplıdır ve şarabı, özellikle de Vathí (Malvasia üzümü) şarabı, bugüne kadar mükemmel bir üne sahiptir ve tüm dünyaya ihraç edilmektedir.

Sisam şarapları uluslararası yarışma ve fuarlarda yüzlerce ödüle layık görülmüştür. Fransız seyyah de Tournefort 1700 yılında, Alman Frisemann ise 1787 yılında “Muskat şarabı” üretiminden bahsetmiştir. Avrupalı ​​güçlerin şarap ticaretiyle ilgilenmeye başladıklarını ve adada bu amaçla konsolosluklar kurduklarını da belirtmek gerekir. XIX. yüzyılın sonunda ada, doğu ve batı pazarlarının çoğuna kendi adını taşıyan şarapları tedarik ederken, Sisam'a Ortodoks Kilisesi ve Katolik Kilisesi tarafından kullanılan "cemaat şarabı" üretme ayrıcalığı tanındı.

Çok yönlü bir ada
Sisam sadece önemli anıtları ve tarihi hikayeleri olan bir ada değildir. Aynı zamanda etkileyici bitki örtüsü, renk ve ışıkla dolu bozulmamış manzarası, karşı konulmaz doğal güzellikleri ile büyüleyici bir destinasyondur. Adayı ziyaret edenler her adımda yüksek dağlar, muhteşem plajlar, yürüyüş ve bisiklet parkurları gibi muhteşem yerleri keşfederler. Ada aynı zamanda göçlerine devam etmeden önce Samos'ta dinlenen balıkçılları, Dalmaçyalı pelikanları ve flamingoları fotoğraflamaktan hoşlanan kuş gözlemcilerinin de ilgisini çekmektedir. Bu olağanüstü adayı tanımak için pek çok neden var (resim.06).

(resim.06) Sisam adası sahili.
kaynak: neoskosmos.com

(Greek News Agenda,2020)

6. AYVALIK ve THEMALARA GENEL YAKLAŞIM

Thema terimi aslında "belirsizdir". Hem askeri hem de yönetsel bir anlam içerir. Ama şu kesindir ki thema; farklı köy ve kasabalarda bir arada bulunan "stratiotai" (στρατιώτης) [7] adı verilen askerlerin oluşturduğu yerleşmelerdir. "Chora" (Χώρα) [8] adı verilen "köyler" bu askerlere çiftçilik yapmaları için dağıtılıyordu. Böylece imparatorluk, hızlı ve sürekli gelir sağlanıyordu. Chora, devlet tarafından "bir biçimde" vergilendirilen arazi parsellerinin düzenlenmesiydi.

Bu durum Osmanlıların "dirlik yapısı" (öşür rejimi) ile aynılık taşımaktadır. Bu konuda Semavi EyiceÖmer Lütfü Barkın ve Halil İnalcık'ın makaleleri zihin açıcıdır. Yine internette "Bizans kurumlarının Osmanlıya etkisi" üzerine sayısız makale bulunmaktadır.

Ayvalık yaklaşık 1.300 yıl önce, MS 750 yılında kurulan: Smyrna (İzmir) merkezli, Ephesos (Theologos) (Selçuk) ile Adramyttion (Edremit)'da iki yönetim yardımcılığı bulunan, ancak sınırları bugün için kesin olarak belirlenemeyen Sisam (Samos) theması'na bağlı bölgede idi. 

Bu themaTrakyalılar (Tracesian) Theması (Θέµα Θρακησιόν)'nın deniz kıyılarındaki bölgesinden doğmuştu (harita.08).

(harita.08) Sisam Theması -yaklaşık- haritası. (MS 900).
kaynak: byzantium-blogger.blog

Themaya bağlı diğer şehirler şöyleydi: 
Milet (Μῑ́λητος), Germencik (Μαγνησία : Magnesia), Aydın (Τράλλεις : Tralles), Lebedos (Λέβεδος : yaklaşık Ürkmez), Teos (Τέως : yaklaşık Seferhisar), Clazomenae (Κλαζομενα : Urla),  Foça (Φώκαια : Phocaea), Bergama (Πέργαμος : Pergamon).

Bizans İmparatorluğu'nun Sisam Theması gibi, Anadolu kıyılarında kurulmuş thema daha bulunmakyaydı. Bu themalar şunlardı (alfabetik olarak sıralanmıştır):
1. Ege Denizi Teması (Θέμα τοῦ Αἰγαίου Πελάγους)
MS 842~843 yılında kuruldu. Midilli (Μυτιλήνη), Limni (Λήμνος), Sakız (Χίος), Imbros (Ίμβρος : Gökçeada), Tenedos (Τένεδος : Bozcaada), Hellespont (Ἑλλήσποντος : Çanakkale), Sporadlar (Βόρειες Σποράδες) ve Kiklad Adaları (Κυκλάδες)'ndan oluşan bu themanın başkenti muhtemelen Midilli (Μυτιλήνη) veya Methymna (Μήθυμνα) idi.

Themaya bağlı diğer şehirler ise şöyleydi: Alexandria Troas (Αλεξάνδρεια Τρωάς : yaklaşık Truva), Abydos (Ἄβυδος : yaklaşık Nara Burnu), Lampsakos (Λάμψακος : Lapseki), Cyzicus (Κύζικος : Erdek), Sestos (Σηστός : yaklaşık Eceabad), Kallipolis (Καλλίπολης : Gelibolu).

2. Grit Teması (Θέμα Κρήτης)
İlk kez MS 767'de kuruldu. Kaynaklarda yeniden karşılaşılması MS 961'de olmaktadır. Grit (Κρήτη) adasında kuruldu. Themanın başkenti Kandiye (Ηράκλειο : Heraklion) olmuştur.

Themaya bağlı diğer şehirler şunlardı: Resmo (Ρέθυμνο), Gortyna (Γορτύν).

3. Kefalonya Teması (Θέμα Κεφαλληνίας)
MS 809 yılında kuruldu. İyonya adaları (Ιόνια νησιά) ve Apulia (İtalya)'dan oluşan bu themanın başkenti Cephallenia (Κεφαλονιά : Kefalonya) idi.

Themaya bağlı diğer şehirler: Korfu (Κέρκυρα: Kerkyra), Zante (Ζάκυνθος : Zakynthos), Lefkada (Λευκάδα).

4. Kibirreoton Teması (Θέμα τῶν Κυβυρραιωτῶν)
MS 697 veya 720 yılında kuruldu. Anadolu'nun güney sahillerinde Bizans İmparatorluğu'na gemi ve denizci sağlamak üzere örgütlenen en önemli denizci themasıydı. Pamphylia (Παμφυλία : yaklaşık Aksu çayı / Antalya), Lycia (Λυκία : yaklaşık Teke yarımadası), On İki ada (Δωδεκάνησα : Dodecanese) ve İyonya limanları (yaklaşık İzmir) oluşan bu themanın başkenti önceleri Samos adası (Σάμος), sonra ise Attaleia (Antalya) oldu.

Themaya bağlı diğer şehirler (adalar) şunlardı: Rodos (Ρόδος), Myra (Mýra : yaklaşık Demre çayı / Antalya), Limyra (Λίμυρα : yaklaşık Finike), Phaselis (Φασηλίς : yaklaşık Kemer), Side (Σίδη), Selinus (Σελινοῦς : Gazipaşa), Anemurium (Ἀνεμούριον : yaklaşık Anamur), Sagalassus (Σαγαλασσός : Ağlasun), Telmissus (Τελμησσός : Fethiye), Patara (Πάταρα : yaklaşık Kaş), Halicarnassus (Ἁλῐκαρνᾱσσός : Bodrum), Iassus (Ἰασός : yaklaşık Milas), Milas (Μύλασα), Selge (Σέλγη : Altıkaya köyü), Knidos (Κνίδος : Datça), Kos (Κως).

7. THEMA HAKKINDA ZORUNLU BİR SONUÇ

Yukarıda da değindiğim gibi bu themaTrakyalılar Themasının deniz kenarı topraklarıydı. Kendisine bağlı adaları ve kentleri korumayla görevlendirilen Samos (Sisam) Theması, aynı zamanda Antalya merkezli Kibirreoton Teması gibi donmaya gemi ve denizci yetiştirmekle işlevli kılınmıştı. 

Gemi sağlamanın nedeni çok geniş iki ormara; kuzeyde "Dede Dağı-Kaz Dağı-Eybek Dağı silsilesine" ve doğuda "Kozak dağı ve ovasına" sahip olmasıydı. Örneğin Edremit (Adramyttion) incelendiğinde çok uzun bir süre Osmanlı İmparatorluğuna da gemi sağlamıştı.

Ne yazık ki bu araştırmayı, yaklaşık 700 yılından 1400 yılına sıçratmak zorundayım

700 yıllık bir tarih kesidini yok sayacağım. 

Zira görüleceği üzere, bugünkü idari sistemle doğrudan ilgisi bulunan bu dönem, Halil İnalcık sonrasında, bir iki istina dışında Türk bilim insanları tarafından "incelenmemiştir". Karanlık dönem olarak adlandırılan ve "külyen incelenmeyen" bu döneme "yakın orta çağ da diyebiliriz". 

İçinde Ayvalık'ın da bulunduğu birçok yerleşmeye ait "bilinmeyen tarih", ancak bu dönemin aydınlatılması ile bulunacak iken, "Türkçü-gazzacı" anlayışın bu döneme ve yaşanmışlıklara "ihtiyacı" olmadığı ve kendi yaptıklarına da "tarih dedikleri" için, aydınlatılmayan yaklaşık 700 yıllık bir dönem yok olmak üzeredir

Ben bunu "İstanbul okumaları" sırasında da yaşadım. Osmanlı kuruluş dönemini dahi anlatmakta "sıkıntı duyan" bu tarih anlayışı acilen değiştirilmesi gereken bir anlayıştır. 1453 gibi "görece yakın sayılabilecek" ve Türkler için olduğu gibi dünya açısından da çok önemli olan bir dönemi bile, bu "Türkçü-gazzacı" anlayış mahfedilmiş bir haldedir

Bu sitemimi yaparken "kırılan araştımacılar" var ise onları "tenzih ediyorum". Çünkü lafım onlara değildi. Lafım; "her geçen gün işin içinden çıkılamayan bir hal alan Türkçü-gazzacı tarih anlayışına" direnen kişileredir.

 
---
DİPNOTLAR
[1]  Augustus (MÖ 23 Eylül 63 – MS 19 Ağustos 14) (Imperator Caesar Divi Filius Augustus), Roma İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk imparatorudur. 42 yıl hüküm süren Augustus, Gaius Octavius Thurinus olarak doğdu. Aynı adı taşıyan babası equestrian sınıfındandı. Bu sınıf, Roma Cumhuriyeti elit askerlerinin, "şövalye" ya da "süvari" olarak Türkçeleşebilen sosyal sınıfından birisi idi. Augustus'un babası dört yaşındayken öldü ve dayısı Jül Sezar tarafından evlatlık edinilince, Gaius Julius Caesar Octavianus adını aldı. Bir dizi olay ardından cumhuriyetin başına geçti. Bir süre sonra dikdatörlüğünü ilan etti. Bugün "ağustos" olarak adlandırdığımız aya adını verdi. O nedenle Julius Caesar'ın adını verdiği "temmuz" (July) ayı ve "ağustos" (Augustus) ayı 31 gün çeker.

[2] Diocletianus (MS 245–311) (Gaius Aurelius Valerius Diocletianus),  20 Kasım 284 ile 1 Mayıs 305 tarihleri arasında görev yapmış, Roma imparatorluğu ve daha sonra Doğu Roma imparatorluğunu üstlenen bir Roma imparatorudur. Diocletianus, Augustus tarafından oluşturulan "principate sistemi" yerine geçen reformları ile devlet yapısını temelden değiştirmiş ve imparatorluğun ekonomik ve askerî açıdan dengeye oturmasını sağlamış, bu sayede imparatorluk bir yüzyıl daha bütünlüğünü korumuştur. Diocletianus tarihin en gizemli ve çelişkili karakterlerinden biridir. 305 yılında emekli olmuş ve hayatının son dönemlerinde kendini çiftçiliğe vermiştir. 

[3] I. Konstantin veya Büyük Konstantin (22 Şubat 272 - 22 Mayıs 337) (Gaius Flavius Valerius Aurelius Constantinus), Hristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatorudur. Konstantin'in babası yüksek rütbeli bir subaydı ve gençlik yıllarını, İzmit ilçesinde bulunan Nicomedia'da geçirdi. İmpartatorluğu döneminde, Roma İmparatorluğu'nun başkentini 13 Mayıs 330'da Byzantium (İstanbul) kentine taşıdı. 330 yılından ölümü olan 337 yılına kadar yedi yıllık süreç içinde Sultanahmet'te bugün "At Meydanı" olarak anılan yerde bulunan Hippodromos'u 100.000 kişinin oturabileceği boyutlara ulaştırdı. Üçü de bugün ayakta duran; Tutmosis Sütunu, Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş'ı dikti. 

[4] Karabisianoi (Καραβισιάνοι), VII. yüzyıl ortaları ile VIII. yüzyıl başlarına kadar Bizans donanması'nın dayanak noktasıdır. Kelime olarak Helence "gemiler için insanlar, denizciler" anlamına gelmektedir. Karabisianos, Bizans İmparatorluğu'nun ilk sabit deniz kurumudur, İslam'ın denizden yayılışını önlemek için kurulmuştur. 718-730 arası bir zamanda kaldırılmış ve yerine bir dizi denizci thema kurulmuştur.

[5] Strabon (Στράβων) (MÖ 64 - MS 24), Yunan tarihçi, coğrafyacı ve filozoftur. Yaşadığı dönemde bilinen yerlere yapılan göçlere ve hangi milletlerin nerelerde yerleşmeler yaptığı üzerine gerçekleştirdiği çalışmalarla ün kazanmıştır. Roma aristokratlarıyla kan bağı olduğu düşünülmektedir.[kaynak belirtilmeli] Bugünkü Amasya ili sınırlarının içinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dünyanın ilk coğrafyacısı kabul edilir. Antik Dünya hakkındaki coğrafya kitabı ile tanınmıştır.

[6] Joseph Pitton de Tournefort (5 Haziran 1656 - 28 Aralık 1708), Fransız doğabilimcidir. Montpellier Üniversitesi'nde botanikte uzmanlaştı. 1683'te Paris Kraliyet Botanik Bahçesi'ne profesör olarak atandı. 1699'da, Karlofça Antlaşması'ndan sonra Fransız hükûmeti tarafından botanik araştırmaları yapmak ve bitkiler toplamak üzere doğu seyahatine gönderildi. Gezisinin ilk bölümünü Ege adalarına yaptı. 23 Mayıs 1700'de bir hekim ve bir ressamla birlikte Marsilya'dan hareket eden Tournefort önce Girit'e, oradan da Ege adalarının büyük bir bölümünü gezdikten sonra Mart 1701 sonunda İstanbul'a vardı. Tournefort, İstanbul'da kısa bir süre kaldıktan sonra Karadeniz yoluyla Doğu Anadolu Bölgesi ve Kafkasya'ya doğru yola çıktı. Gezisini yarım bırakarak 3 Haziran 1702'de Marsilya'ya döndü. Getirdiği malzemenin tasnifi ve kitabın hazırlanışı tamamlanmadan Tournefort evinden botanik bahçesine giderken geçirdiği bir araba kazasında öldü. 

[7] Stratiota asker anlamına gelir. StratiotaBizans İmparatorluğu'nda savaş durumunda askerlik hizmeti yükümlülüğü bulunan küçük toprak sahipleriydi. Bunlar "devredilemez" toprak mülkiyeti sahibi idi ve maliyetini tamamen kendisinin ödediği silahlara sahipti. Ayrıca askeri eğitimlerinden de kendileri sorumluydu. Bu grup, en yoksul sosyal sınıflardan, küçük ve orta ölçekli çiftçilerden oluşan ordunun ana bölümünü temsil ediyordu. VII~X. yüzyıllar arasında Bizans ordusunun omurgasını oluşturuyordu.

[8Köy anlamında kullanılan chora, bir şehir devletinin kırsal alanları, şehrin aksine kırsal bölgeleri anlamına gelir. Tekil: η χώρα - Çoğul: οι χώρες.

---
KAYNAKÇA

----, -. (2020).
son erişim tarihi: 10 Mayıs 2024.

Aka, D. (1944).
Ayvalık iktisadî coğrafyası, Ülkü Matbaası, İstanbul, 1944.

Akbüber, Akın B. (2014).
Osmanlı'nın son dönemlerinde Ayvalık ve yakın çevresinde endüstri ve ticaret yapıları, (Tez no.: 384038), [On Sekiz Mart Üniversitesi, Doktora Tezi].

Akbüber, Akın B. (2005).
Kentli Ayvalık : το Α'ι'βαλι η πολh (çev.) Hakan Dinç, Ayvalık: Graphis Matbaa.

Ayönü, Y, (2007).
Selçuklu-Bizans münasebetleri (1116-1308), (Tez no.: 221607), [Ege Üniversitesi, Doktora Tezi].

Baskıcı, M.M. (1994).
10-13. yüzyıllarda Bizans Anadolusu'nda iktisadi ve sosyal ortam: Kurumlar ve gelişmeler, (Tez no.: 36456), [Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].

Başar, F. (1991).
Osmanlı kaynaklarına göre Osmanlı-Bizans münasebetleri (1299-1451), (Tez no.: 13740), [İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi].

Bayazıt, A. (2001).
Osmanlı-Bizans münasebetleri (1402-1451), (Tez no.: 109042), [Uludağ Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].

Çağlar, S. (2022).
son erişim tarihi: 10 Mayıs 2024.

de Tournefort, J.P. (1717).
Relation d’un Voyage du Levant, fait par ordre du Roy. Contenant l’histoire ancienne & moderne de plusieurs Isles de l’Archipel, de Constantinople…, II. cilt, Paris: Imprimerie Royale.

Irmak, A. (1994).
Osmangazi ve Orhangazi Devri Osmanlı-Bizans münasebetleri, (Tez no.: 37339), [Uludağ Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].

Kaplanoğlu, R. (2014).
1455 tarihli Kirmastî tahrir defteri'ne göre Osmanlı kuruluş devri vakıfları, (yay. haz.) Ozan Kaplanoğlu, Bursa: Avrasya Etnografya Vakfı Yayınları.

Kaya, A. (1998).
Anadolu Selçuklu-Bizans ilişkileri, (Tez no.: 71941), [Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].

Köksal. H.K. (2023).
son erişim tarihi: 9 Mayıs 2024.

Köksal. H.K. (2022).
Şark ticaret yıllıklarındaki bilgiler ışığında Ayvalık ve yakın çevresi (1881-1922), sf:151-187, Ayvalık tarihi üzerine : akademik çalışmalar seçkisi, (yay. haz.) Berrin Akın Akbüber, Ayvalık: Ayvalık Belediyesi Kültür Yayınları.

Köksal. H.K. (2021.a).
son erişim tarihi: 8 Mayıs 2024.

Köksal, H.K. (2021.b).
son erişim tarihi: 9 Mayıs 2024.

Köksal. H.K. (2021.c).
son erişim tarihi: 8 Mayıs 2024.

Köksal. H.K. (2019.a).
son erişim tarihi: 9 Mayıs 2024.

Köksal. H.K. (2019.b).
son erişim tarihi: 9 Mayıs 2024.

Köksal. H.K. (2019.c).
son erişim tarihi: 9 Mayıs 2024.

Köksal, H.K. (2018).
son erişim tarihi: 9 Mayıs 2024.

Köksal, H.K. (2014).
son erişim tarihi: 9 Mayıs 2024.

Özer, K. (1937).
27 Birinci Teşrin 1937, s.3695 Tarih tetkikleri: Ayvalık Tarihi..
28 Birinci Teşrin 1937, s.3696 Tarih tetkikler II: Ayvalık Tarihi..
4 İkinci Teşrin 1937, s.3700 Tarih tetkikler III: Ayvalık Tarihi..
5 İkinci Teşrin 1937, s.3701 Tarih tetkikler III [IV]: Ayvalık Tarihi..
6 İkinci Teşrin 1937, s.3702 Tarih tetkikler V: Ayvalık Tarihi..
7 İkinci Teşrin 1937, s.3703 Tarih tetkikler VI: Ayvalık Tarihi..
10 İkinci Teşrin 1937, s.3705 Tarih tetkikler VII: Ayvalık Tarihi..
11 İkinci Teşrin 1937, s.3706 Tarih tetkikler VIII: Ayvalık Tarihi..
12 İkinci Teşrin 1937, s.3707 Tarih tetkikler IX: Ayvalık Tarihi..
13 İkinci Teşrin 1937, s.3708 Tarih tetkikler X: Ayvalık Tarihi..
14 İkinci Teşrin 1937, s.3709 Tarih tetkikler XI: Ayvalık Tarihi..
16 İkinci Teşrin 1937, s.3710 Tarih tetkikler XII: Ayvalık Tarihi..
17 İkinci Teşrin 1937, s.3711 Tarih tetkikler XIII: Ayvalık Tarihi..

Psarros, D.E. (2017). 
Το Αϊβαλί και μη Μικρασιατική, Atina: Αιολίδα Μορφωτικό Ίδρυμα Εθνικής Τραπέζης.

Sarıca, M. (2007).
Batı Anadolu'da Selçuklu bizans kültürel etkileşimi, (Tez no.: 210431), [Sakarya Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].
 
Sever, İ. (2006).
Türkiye'de Ortaçağ tarihçiliği dünü, bugünü ve sorunları, (Tez no.: 189503), [Dokuz Eylül Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].

Tolon, Ö. (2006).
Bizans Devleti'nde ziraat (IX.-X Yüzyıl), (Tez no.: 186010), [Fırat Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].

Tülüce, A. (2004).
Bizans kroniklerinde 'öteki' olarak Türkler (Komnenoslar devri 1081-1185), (Tez no.: 148952), [Marmara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi].

Uygur, M. (1948).
Ayvalık Tarihi, (çev.) Hıfzı Erim, Ankara: Güney Matbaacılık ve Gazetecilik TAO.

Yorulmaz, A. (1977).
Ayvalık'ı gezerken: tüm konular-haritalar, İstanbul: Geylan Yayınları.


4 Kasım 2022 Cuma

ŞERAFETTİN MAĞMUMÎ'nin AYVALIK ve CUNDA GÖZLEMLERİ (1894)

Günlük ya da seyahatnamelerinde Ayvalık'a yer vermiş yazarlar içinde, -sanırım- üzerinde en çok çalışma yapılan kişi Dr. Şerafettin Mağmumî Bey'dir [1]

Kanımca bunun en büyük nedeni: yazarın Kahire'ye yerleştiği dönemde yayımladığı "Seyâhat Hâtıraları I: Anadolu ve Suriye’de" adlı eserinin (Şerafettin,1908); "Bir Osmanlı doktorunun anıları: yüzyıl önce Anadolu ve Suriye" (Şerafettin,2001) ve "Yüzyıl Önce Anadolu ve Suriye: Bir Osmanlı Doktorunun Seyahat Anıları" (Şerafettin,2008) adlarıyla Türkçe çevirilerinin yayımlanmış olmasıdır. Ayrıca anılan eserin, "Anadolu ve Suriye'de seyahat hatıraları" (Şerafettin,2010) adıyla da  2010 yılında tıpkı baskısı yapılmıştır.

Yine kanımca, Mağmumî'nin Ayvalık'ta bu derece tanınmasının en önemli nedeni; Neriman Şahin Güçhan tarafından 2008 yılında yayımlanan "Tracing the memoir of dr. Şerafeddin Mağmumi for the urban memory of Ayvalık" (Güçhan,2008) adlı "çok güçlü" makaleden kaynaklanmaktadır. Güçhan bu makalesinde, "bir mimari biçimler birlikteliği olan şehri", yaklaşık yüz yıl önce Şerafettin Bey'in yazdığı Ayvalık gündelik hayatı ile birlikte analiz etmiştir. 

Dr. Şerafettin Bey, Gülhane Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriyyesi’nden 1894 yılında tabip yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra  Haydarpaşa Hastanesi’nde göreve başlar. Ve hemen hemen o tarihlerde zirveye ulaşan "kolera salgını" nedeniyle kurulan sağlık heyetinde görevlendirilir. 

Doktor bu görevin son üç haftasını Ayvalık'ta geçirir. 24 Aralık 1894 ile 11 Ocak 1895 tarihleri arasında geçen o üç haftaya dair seyahat notları aracılığı ile de bizler, şehrin yaklaşık 150 yıl önceki "gündelik hayatı" hakkında bilgi sahibi olmaktayız. 

Şerafettin Bey'in yazdıklarına geçmeden önce, o tarihlerde yaşanan kolera salgınının arka alanını kısaca anımsamakta yarar görmekteyim.

1893-1895 Kolera Salgını ve 
Mağmûmî'nin Kolera Heyetinde Görevlendirilmesi
1893-1895 yılları arasında neredeyse tüm Osmanlı coğrafyasını etkisi altına alan kolera salgını, 1892 yılında Kuzeybatı Hint eyaletlerinde ortaya çıkmış, buradan dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. Hastalık hem Rusya üzerinden hem de daha etkili olarak Hicaz’dan hac yoluyla Osmanlı topraklarına ulaşmıştır. Nitekim 1893 yılında Hicaz’da yaşanan salgın, o tarihe kadar ortaya çıkmış olan en büyük ve en şiddetli olanıdır. Bu salgında, değişik kaynaklarda farklı sayılar ortaya konulmakla birlikte, 30.000-40.000 civarında hastanın hayatını kaybettiği anlaşılmaktadır (Menekşe,2020:391).

(resim.2) Dr. Şerafettin yirmili yaşlarının
başında (kaynak: marasavucumda.com)
Osmanlı Devleti, İmparatorluğun sağlık işlerini yönetmek için Bongowsy [Bonkowski] [2]adındaki bir yabancıyı işbaşına getirmiş ve kendisine bir de paşalık rütbesi vermiştir. Genç doktor Şerafettin Mağmumi bu kadro içinde kolera ile savaşmak için önce Bursa-Balıkesir bölgesine, ikinci kez Adana, Adıyaman, (Kahraman) Mer'aş, (Gazi) Antep, Haleb, Beyrut ve Şam'ı kapsayan bölgeye (bu kez Grup Başkanı ve müfettiş olarak) gönderilmiştir. Genç doktor gittiği yerlerde yalnız kolera değil, kanlı diarhea, dizanteri, tifo ve bulaşıcı olan veya olmayan bütün hastalıklar kol gezmektedir. Atrandos'ta (Orhaneli) dağ köylerinde yediden yetmişe kadar frengili insanlar vardır. Ama Adana'daki hastanede ne doktor ne de ilaç bulunmamaktadır. Çukurova'da insancıklar pamuk tarlalarında böcekler gibi dökülüp gitmektedirler. Hacı, hoca ve müftü takımı, çağdaş hekimliğe karşı çıkmaktadır. Kentler pislik içindedir. En büyük kentlerde ilaç bulunmazken Fransızların, Amerikalıların hastaneleri vardır. Adana kırkbin nüfusludur ve orada lağımlar sokaklarda akar. Adana'nın ilçesi Tarsus'ta günde 15-20 kişi koleradan ölür, ölüleri gömecek insan bulunmaz. ... Bir kentten ötekine gitmek işkencelerle dolu bir serüvendir. Ne Adana'da ne de Balıkesir'de yol yoktur. Dolandırıcı, yabancı müteahhitler yolları bozup kaçar giderler ve devletin elinde olanlara yaptırım yapmak gücü yoktur. ... Yerel yönetimler birçok ilde cahillerin elindedir. Devlet ise, kolera ile mücadele için gönderdiği doktorun yol parasını ödeyemez (Şerafettin,2002:10-11).

(resim.3) Seyahat Hatıraları'nın 1909
yılında Kahire'de yayımlanan
birinci baskısı


Mağmûmî, böylesine kaotik durumların yaşandığı bir ortamda, R.28 Ağustos 310 (9 Eylül 1894) sabahı Haydarpaşa Hastanesi'ndeki görevine gider ve Sıhhiye Dairesi'nden gelmiş, arkadaşı doktor Agop Efendi ile birlikte kolera mücadelesi için Bursa'ya gideceklerini bildiren bir davet yazısı ile karşılaşır. Dahiliye Nezareti'ne gider, yolluğunu ve emir yazısını teslim alır. Hiç bir hazırlığı olmadığı için oradan Mahmutpaşa'ya geçer ve bir yol çantası alarak evine döner. Ertesi sabah erkenden kalkar. Doktorun "halkı koleralı bir yere" gitmesinden dolayı "mükkeder" olan hane halkının uyanık olanları ile vedalaşır ve Üsküdar iskelesinde "yoldaşı ve hizmettaşı" Agop Efendi ile buluşur. Onları Mudanya'ya kadar taşıyacak olan "İdare-i Mahsusanın Necd (Necid)" adlı vapurun güvertesinde, Bursa'da kurulacak olan "Karantina Evi"nin müdürü Reşat Bey ve yine orada görev yapacak "sıhhiye gardiyanları" (hasta bakıcıları) ile tanışırlar (Şerafettin,2022). 

Mağmûmî, Bursa'nın birçok köy ve kasabasını teftiş eder. Bu teftişleri sırasında bazı yerlerde, karşılaştığı değişik hastalara tedavi de uygular. 5 Aralık 1894 günü, on dört gündür bulunduğu Bandırma'dan Balıkesir'e doğru yola çıkar. 

Yol oldukça çileli geçer. Bandırma'yı 6 km geçtikten sonra başlayan ve yeni onarılan "şose" üzerinden yolculuklarına devam etmek isterler. Ancak yollarını şoseden sürdürmeleri mümkün değildir. Bize bu durumu Mağmûmî şöyle anlatır: 
"[ç]ünkü onarımı yükümlenen mültezim (Müteahhit) Mösyo Goldenberg, her 5 kilometrenin dördünü bozarak kırma taş yaptırmış ve küme ile konik biçiminde oluşturmuş olduğu halde kumu dökülüp silindiri çekilemediği için yürümek olanağı yok. Çakıl taşı üstünde ne hayvanlar adım atabiliyor, ne araba yürüyor. Yükümlendiği işi yerine getirmeyerek onarımı bitirmeyen ve yolu yüzüstü perişan bir halde bırakan ve bunu beceremediğini unutarak Mihalıç'tan Bandırma'ya kadarki şosenin de yeniden inşasını yükümlenen müteahhit cenaplarına her dakika, arkasından söylemediğim söz kalmıyor" (Şerafettin,2022:113).

Bu zor yolculuk "Susgırlık" (Susurluk)'ta tamamlanır. Mağmûmî, gece bir hana gider ve odasına girer. Mağmûmî, o gece kalacağı yeri şöyle betimler: 
"Hanın odasında bir yataklık ile bir de alaturka minder vardı. Yere kaba hasır serilmiş. Bir de saç mangala ateş doldurup getirdiler. Fena halde acıktığımdan aşçıdan yemek ısmarladıysam da ekmeğinden başkasını yiyemedim" (Şerafettin,2002:115).

Ertesi sabah kasabadaki incelemelerini tamamlarlar ve Balıkesir'e doğru yola çıkarlar. Buradaki "şose" oldukça iyidir. Mağmûmî bize, bu yolun inşasına Mihalıç şosesi ile aynı tarihlerde başlandığını ancak müteahhit Sacid Efendi'nin başarı ile işini tamamladığını anlatır. Mağmûmî, "Sultan Çay" köyünden geçerken buradaki boraks madenlerinden ve çalışma koşullarından da söz eder. Akşam ezanı okunurken Balıkesir'deki oteline yerleşir.

Mağmûmî, aralık ayının 18. günü  saat üç buçukta Balıkesir'den Edremit'e doğru yola çıkar. Yol oldukça düzgündür. Hatta Mağmûmî o kadar rahat yol almaktadır ki, bölgedeki yerel değimleri sayar ve bir başka kasabadaki yerel sözcükleri birbiri ile kıyaslar. Ancak yol bir anda "berbat" bir hal alır. Ve Mağmûmî bu perişan yolu yapan kişiyi soruşturduğunda aynı adla karşılaşır: "Mösyo Goldenberg". 

Mağmûmî, 19 Aralık akşam saatlerinde Edremit'e varır ve "[o]n beş gün önce açılmış, döşemesi ve her şeyi yeni ve gerçekten mükemmel bir otel" bularak yerleşir. Kuzu etinden oluşan akşam yemeğini yiyerek güneş batımında yatağa girip uyur. Ertesi sabah 10'da, yorgunluğu gitmiş, vücudunun çevikliği yerine gelmiş ancak burnuna yapışan bir nezle ile uyanmıştır. Mağmûmî, iki gün sürecek Edremit günlerini hiç sevmez ve okurlarına şöyle yakınır: 
"[s]eyahatim sırasında Edremit kadar, hiçbir yer beni sıkmadı, nedenini düşünüyorum, bulamıyorum. İki günde hekimlik işleri bitti. Görüşecek kimse yok. Bir yerde bir gazete bulamadım ki gidip de oyalanayım. Can sıkıntısından adeta bunaldım. Ayvalık'a geçmek için vapur gününe kadar adeta saat değil dakika sayıyorum" (Şerafettin,2002:134).

Ancak "dakika sayması" hiç fayda etmez. Zira, Ayvalık vapuru daha Akçay'a varmadan gelen bir telgraf Mağmûmî'nin programının değişmesine neden olur. Telgraf; bir süredir şiddetli çiçek hastalığı salgını yaşanan Midilli/Molova'dan Kemer (Burhaniye)'e bir kayık geldiğini ve içindeki kişilerin "ihtilattan yasaklandığını" (kıyıya çıkmalarına izin verilmediğini) bildiriyordur. 

Bunun üzerine Şerafettin Bey, Edremit'li tüccar Muharrem Bey'in sağladığı bir yaylı ve makaslı at arabası ile Kemer'e doğru yola çıkar. Kemer'e vardığında bir hana gider ancak burası, insan barınamayacak kadar kötü bir yerdir. Orada kalmaz ve kasabada yer araştırırken tüccar Ahmet Efendi'nin konağında bir "konuk dairesi" olduğunu öğrenir. Mağmûmî iki gün kalacağı bu odayı, okurlarına şöyle betimler:
"Bu konuk dairesi Ahmet Efendi'nin konağı karşısında ayrı selamlık gibi bir şeydi. Üç odadan ibaret. Biri benim girdiğini, tabanı hasırla örtülü, kerevetli uzun bir minder, masa üstünde ufak bir ayna. Üstünde bir çalar saat asılı. Nargile, çubuk vb. ufak tefek gereçler. Konuk ne ararsa bulacak. Öteki iki odanın tefrişatı bayağı derecede olup yerleştirilen yolcular ile orantılı. Ben orada iken köylere cerre gitmek için gelmiş sekiz on "talebe-i ûlum" bu odalara yerleştirilmişti. Konuklara hizmet etmek üzere özel bir de hizmetçi var. Yolcunun beygiri filan olursa çekmek için alt katta bir de ahır bulunduğunu odayı kaplamış (olan) gübre kokusundan anladım. Kemer'de (Burhaniye) kaldığım üç gün sırasında gördüğüm ikramdan dolayı evsahibine sonsuza kadar minnettarım. Sabahları mangal ateşle doldurulup getirilir. Öğle ve akşam iki tabla yemek gelir. Birini softalara birini benim odama koyarlar. Konuğu olduğumuz Ahmet Efendi de çoğu kez sofrada bulunarak birlikte yemek yer(iz)" (Şerafettin,2002:135).

Mağmûmî, odasını ve kendisine gösterilen misafirperverliğe ne kadar minnet duysa da, yine de yakınmasına neden olacak bir durum yaşar. O durum yemeklerde kullanılan "zeytinyağı" konusudur. 

Yazar zeytinyağı konusundaki duygularını bize şöyle ifade eder:
"Yemeklerin hepsinin zeytinyağı ile pişirilmiş olmasından dolayı yakınacak olursam nankörlüğüme verilmez sanırım. Esasen zeytin yağından hoşlanmayan İstanbul'da bile zeytinyağlı yemeği ancak tadan bir kimse yumurtadan, kuzu etinden tutunuz da pilavına, helvasına varıncaya katlar zeytinyağı ile pişirilmiş yemekler karşısında bulunursa ne derece sıkıntı çekeceğini düşünmeli ve yakınmasını bağışlamalı. Hele yemeklerin sıcak olması da başka! Aslında yağları şerbet gibi. Neylersin ki alışılmamış. Zeytinyağsız olarak yalnız türlü çorbası vardı. Yani tarhananın fasulya, nohut, havuç ve lahana ile karışık olarak pişirilmesinden oluşan bir aş. Buna en çok kaşık daldıran ve en son bırakan ben oluyordum. Okulda iken Giritli arkadaşlarımız vardı. "Memleketimizde eti zeytinyağı ile pişirirler." diye söylerlerdi de hem gülerdik hem de tuhafımıza giderdi. İşte şimdi sofrasında bulunduk. Araştırınca anladım ki Kemer (Burhaniye) ve Edremit taraflarında sade yağ kullanımı çok az olurmuş. Herkes kendi ürünü olan zeytinyağını kullanırmış. Ahali o kadar alışık ki Belediye Başkanı İstanbul'a gidip elindeki egzamadan dolayı hekime muayene olmuş ve bazı şeylerle birlikte zeytinyağına perhiz etmesi söylenince "Her şeyden vaz geçerim. Fakat zeytinyağsız edemem." demiş. Son gecesi ilçe kaymakamı Hüsnü Beyefendi akşam yemeğine davet ettiler de sade yağlı yemekler yiyebildim" (Şerafettin,2002:135-136).
 
Mağmûmî ertesi sabah belediye başkanı ile birlikte sahile varır. Burada Molova'dan gelen ve bir tür karantinada tutulan kayıktaki kişileri muayene eder ve gerekli önleyici tedavileri uyguladıktan sonra, "yarım saat kuzeye giderek deniz kenarında ve üç tepeden ibaret ve yerli halkın "Yapı" (burası Ören olmalıdır) dedikleri eski Edremit kenti harabelerini" gezerler. Doktor bölgeyi okurlarına şöyle anlatır:
"Kale bedeni gibi duvarları çok büyük küpler, çanak çömlek kırıntıları vardı. Şimdi kara ortasında kalmış (olan) rıhtım kalıntılarına bakılınca o zamanlar denizin daha içerilere kadar uzadığı ve daha sonra sellerin, çayların dağlardan indirdiği çöküntülerle yerin dolarak denizin çekildiği anlaşılıyordu. Harabe arazisi ahalinin mülkiyetinde olup birçok palamut ağacı yetiştirilmiş ve gereğinde inşaat için de taşları götürülmüştür. Bu kadar kazılar yapıldığı halde yazılı bir taş ve değerli maden çıkmamıştır" (Şerafettin,2002:136).

Doktor, Kemer'den artık iyice sıkılmıştır. Ayvalık'a gitmek için "... şosesiz altı saat yol zahmeti çekmektense her hafta Edremit'e ve Kemer'e (Burhaniye) gelip sonra Ayvalığa uğrayarak İzmir'e dönen Hamidiye ve Victoria vapurlarından biriyle ..." gitmeye karar verir. Ancak "... bir yandan işsizlik sıkıntısı bir yandan şiddetli lodos fırtınasının çıkması ve sürmesi münasebetiyle ..." arabayla gitmeye karar verir. Gelişinin dördüncü güne rastlayan 23 Aralık günü "... bardaktan değil belki küpten boşalırcasına inen yağmurda ..." arabaya binerek Ayvalık'a doğru yola çıkar.(Şerafettin,2002:138).

Çok kötü bir yolculuk başlamıştır. Doktor, arabanın içine giren yağmur nedeniyle sırılsıklam bir halde yoluna devam eder. Bir süre sonra Karaağaç köyünün yanından geçerek "Emrud Âbad" ovasına varır ve yarım saat kadar burada durup "birkaç sıradan hastayı muayene" ettikten sonra yollarına devam ederler. Nihayet Mağmûmî, yedi saat süren bir yolculuktan sonra "... duvarlarla çevrili bahçeler ve bostanlar önünden geçerek ..." Ayvalık'a varır (Şerafettin,2002:139).
 
Mağmûmî Ayvalık'ta...
Bunca sıkıntılı yolculuktan sonra Ayvalık'a varan doktorun bindiği araba, "[s]okakların darlığı nedeniyle ... handa durmak zorunda kalınca eşyaları hamala yükleyip "Burgala" oteline ..." doğru yürümeye başlar (Şerafettin,2002:139). 

(resim.4) Annuaire des commerçants de Smyrne
(1893) yıllığımda yayımlanan "Hotel Georgala"
reklamı. (kaynak: Köksal,2017)
Yazar -büyük olasılıkla-, şehrin kuzey yönündeki ikinci girişi olan "dereboyu" üzerinden Ayvalık yönüne dönmüş ve bugün Talat Paşa Caddesi adını verdiğimiz yoldan deniz yönünde ilerleyerek, -yine- bugün yerinde Süner Pasajı'nın inşa edildiği arsada bulunan "büyük hanın" önünde arabadan inmiş olmalıdır. Orada bekleyen ve eşyalarını yüklenen bir hamalın eşliğinde bugünkü Yapı Kredi Bankası'nın yanından devam ederek Gazinolar Sokağı'na kadar yürümüş ve köşede bulunan Jacovos G. Moura tarafından işletilen "Hotel Georgala'da kalmış olmalıdır.

Ardından yazar, "[s]andığı sepeti yerleştirip biraz dinlendikten sonra [hemen] gazinoya" inmiş, burada biraz zaman geçirdikten sonra karnı acıkmış ve "saat ikiyi bulunca (saat 20.00) müşteriler dağılmaya başladığından ... arkalarından [çıkmış] ve dört adımlık uzaklıktaki lokantada yemek yiyerek" gazinoya geri dönmüş olmalıdır (Şerafettin,2002:139). 

Güçhan makalesinde, yazarın kaldığı "Burgala oteli"ni bugün Belediye hizmet binası olarak yeniden işlevlendirilen ve XX. yüzyılın hemen başlarında otel olarak hizmete açılan bina olabileceğini ileri sürmektedir (Güçhan,2008:60). Bu sav, daha sonra Güçhan'ın makalesini kullanan birçok çalışmada da yer almıştır.

(resim.5) Şerafettin Bey'in kaldığı otel ve kullandığı "gazinolar"
1. Kafe Nisiotis | 2. Birleşik (ikiz) Kafeler | 3. Birleşik Kafeler terası | 4. Kafe Kanello
5. Stelios Voirkado'nun Çardağı (gölgeliği) | 6. Belediye Binası | 7. Suriyeli'nin Kafesi
8. Hacı Kampuri'nin Ayakkabı Mağazası | 9. Iakovos Moura'nın oteli ve restoranı
19. Eski balıkhane ve balıkçılar | 20. Gümrük | 21. Bugün yerinde Ayvalık Palas bulunan
Ticaret Kulübü 
(Psarros,2017:172) (çeviri: H.K.Köksal)

Oysa anlatılan sürelerde belirtilen rota ve eylemlerin, o tarihlerde şehrin oldukça dışında bulunan "Yorgala Han" ve çevresindeki mekanlar arasında gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. O nedenle, yazarın "Burgala oteli" dediği mekanın, bugün Belediye başkanlık binasının arkasındaki adada olan ve ve o yıllarda Jacovos G. Moura tarafından işletilen "Hotel Georgala (Ξενοδοχείον Γεοργαλα)" olması gerekmektedir (resim.4 ve resim.5) (de Adrian ve Nalpas,1893:411; Köksal,2017; Psarros,2017:172). 

Büyük olasılıkla mekanların karışmasının nedeni, doktorun ilerleyen sayfalarda Ayvalık'ı tanıtırken yazdığı "Hükümet Konağı'nın karşısında mükellef bir şekilde yapılmış “Burgala” hanı." bilgisi olmalıdır (Şerafettin,2002:142). Zira Hüseyin Avni Baskın'ın belediye başkanlığı döneminde başlayan cadde açma çalışmaları sırasında yıkılmış olan hükumet konağı binası, o tarihlerde daha inşaatına başlanmamış Hamidiye Camisi ile Yorgala han arasındaki parselde idi. 

Mağmûmî'nin tuttuğu günlüğe tekrar dönersek, yazar sandığını, sepetini odasına yerleştirip biraz dinlendikten sonra, "... onbeş günden beri okuma lezzetinden mahrum (kaldığı) İstanbul gazetelerinin birini bulmak" maksadıyla otelden çıkar ve bir gazinoya doğru yönelip içeriye girer (Şerafettin,2002:139). 

Şerafettin Bey neredeyse bir ay sonra oldukça "ihtişamlı" bir gazinodadır artık. Buradaki hislerini okurlarına şöyle anlatır:
"Beyoğlu'nun doğu yolundaki ... birahanelerin iki katı büyüklüğünde, duvarları tablolar, aynalar süslü ve "Olimpia" adı ile ünlü bu gazinonun yabancılık münasebetiyle bir köşesine ilişip kolalı gömlek giymiş kar gibi beyaz önlüklü garsonlardan birini çağırarak gazete sordum. Türkçe olarak "İkdam" bulup getirdiler. Çay ile dilimi, midemi ve okuyarak gözlerimi ve beynimi memnun etmeye başladım. Bir tarafta ince saz takımı kâh alafranga kâh alaturka parçalar çalıyor, hınca hınç dolmuş olan halk da konyak ve rakı kadehlerini yuvarlıyordu. ... Alaturka gece saat ikiyi bulunca (saat 20:00) müşteriler dağılmaya başladığından ben de arkalarından çıktım ve dört adımlık uzaklıktaki lokantada yemek yiyerek döndüm ..." (Şerafettin,2002:139). 

Özellikle duvar aynaları hakkındaki bilgiden yola çıkarak, "Olimpia" adlı gazinonun bugünkü "Şehir Kulübü (Yörük Mehmet'in Yeri)" olduğunu söyleyebiliriz.

Mavi diz çoraplı, siyah şalvarlı erkekler... 
badem sübyesi... keras!... ayva!... 
zeybek oyunu... yılbaşında oynanan kumar...
Okurlar anımsayacaktır; bu derme çalışmasının daha önceki bölümlerinden biri olan Ambroise Firman-Didot'nun 1819 yılı anılarında Ayvalıklı kadınların giyim tarzlarını ve gündelik hayatlarını öğrenmiştik (Köksal,2022.a). Doktor Şerafettin Bey de bize, Ayvalıklı erkeklerin 1894 yılındaki giyim tarzlarını ve kısmen de olsa gündelik hayatları hakkında bilgi vermektedir.

Lokantada karnını doyuran doktor tekrar gazinoya geri döndüğünde kalabalık içinde olsalarda, kendisini karşılamaya gelen iki "hükümet memurunu", giyim tarzlarına bakarak hemen ayırt eder. Gazinodaki Ayvalıklı erkeklerden oluşan kalabalığın kıyafetleri ise şöyledir: 
"...gazino müşterilerinin yarısı siyah şalvarlı, mavi diz çoraplı, fesleri devrik, iri püskülleri omuzlara yatmış başın hareketinde enseyi dövüyordu. Öteki yarısı da kapela [hkk.- keçe veya kumaştan yapılan bir tür siyah başlık.] giymişlerdi..." (Şerafettin,2002:140). 

Doktor seyahatnamesinde, bu gazinoları kullanan müşteriler ve onların davranışları hakkında da bilgiler verecektir. Ancak önce bir şaşkınlığını dile getirir:
"Buranın ahalisi Hıristiyan olduğundan Beyoğlu gibi kadın erkek karışık olarak gazino ve sokaklarda bulunacağını umuyordum. Halbuki, yanlış olmasın ama çarşı ve pazarda erkekten başka bir yaratık görmeyince şaşırdım ve soruşturdum. Kadınların erkekleriyle birlikte ve (ya da) yalnızca, süslenerek dışarı çıkmaları ayıpmış." (Şerafettin,2002:143)

Şerafettin Bey, seyahat yazılarının değişik bölümlerine dağılmış halde de olsa Ayvalık'ın erkek ahalisi hakkında, bize şu bilgileri verir:
"Ahalisi olağanüstü içki tutkulusu geceleri saat beşe altıya (saat 23-24) kadar kadeh oynatıyorlar. Böylece hepsi izbandut gibi iri yarı adamlar olup zayıf, cılız bir kimseye rastlamadım desem doğrudur. Bunu da iklim ve havanın ılımlılığına ve sağlamlığına yormaktayım" (Şerafettin,2002:143).

"Yerli ahali de olağanüstü ikramcıdır. Hatta o derecedir ki gazinolara gidemez oldum. ... Yanı başımızdaki masada on beş yirmi kişi halka gibi olup içki içiyorlar. Garson gelip onlardan birini göstererek "Keras!" ettiğini ve ne içeceğimizi sordu. Önce kahveler ve çaylar alınmış olduğundan somata yani badem sübyesi ısmarladık. Keras ikram demekmiş. Şerefinize, sağlığınıza deyimlerinin burada eşi olan "Ayva" sözcüğüyle içtik. Arkası kesilmiyor. Başladı her kez her birimize ikişer kupa Somata gelmeye, biz de karşılık vermekte kusur etmedik. Ama bizimkisi üç kerasta bitti. Onlar yirmi kişi. Bir kişi de iki takım ısmarlıyor. Masanın üstünde iki üç tepsi dururken biri daha gelmeye başladı. ... Ayvaya filan bakmayarak birer yudum ile bırakmaya başladık. Bu sırada Somatayı Konyağa dönüştürdük. Bir yandan da ince saz takımı yine şerefimize olmak üzere tekrar tekrar alaturka parçalar çalıyordu. ... Ne ise saat beşe gelip kerasın da bir kaç dakika ara vermesi uzayınca dışarıya çıktık. Hem de fırlarcasına çıktık. Bir iki gün midemi düzeltemedim" (Şerafettin,2002:144-145).

Şerafettin Bey bu derece fazla içen halkın gazinolarda geçirdikleri zamana dair de bize bilgiler vermiştir. Bu bilgilerin başında, kendisini de şaşırtan davranışları ikişerli oynadıkları "zeybek dansı" ve çalgıcılara verdikleri bahşiştir. Bu durumu şöyle anlatır:
"Gazinolarda yabancıların dikkatini çeken ve şaşırtan bir şey varsa o da halkın ikişer ikişer kalkıp o kalabalığın içinde Zeybek oynaması idi. Bitince çalgıcılara bahşiş veriyorlar. Bu bahşiş işinde de bir tuhaflık var. Yerel adet gereğince herkesin önünde çalgıcılara bir lira atılırsa onun bir mecidiyesi, alıkonularak üst tarafı gizlice sahibine geri verilirmiş! Pazar ve yortu geceleri bu oyunun arkası alınamadığından çalgıcılar yalnız bir hava çalmakla vakit geçirirler. Oyun oynandığı geceler çalgıcıların yüzleri güler, mutlu olurlar" (Şerafettin,2002:145). 

Doktorun yazdıklarından yola çıkarak, en azından yılbaşı geceleri de olsa halkın "kumar oynama" heveslisi olduğunu öğrenmekteyiz. Şerafettin Bey, büyük olasılıkla "Olimpia" gazinosunda geçirdiği, 1894 yılını 1895'e bağlayan yılbaşını şöyle anlatır:
"Yılbaşı gecesi sabaha ve gündüzün akşamına kadar kimsede çalgı dinleyecek hal yoktu. Herkes ayak oyununu para oyununa çevirerek ihtiyarından gencine, zengininden fakirine varıncaya kadar her masa başına bir sürü halk toplanmış, talih denemesi için kumar oynuyor ve her devirde belli bir parayı gazinocuya verdiğinden şimdi de gazinocuların sevinçten dudakları kulaklarına varıyordu. En çok kazanan gazinocular idi" (Şerafettin,2002:145). 

Şehrin coğrafi durumu ve nüfusu hakkında bilgiler...
Doktor Mağmûmî, Ayvalık şehrinin coğrafi durumu hakkında da bilgiler vermektedir. Onun yazdıklarına göre 1894-1895 yılı Ayvalık'ının coğrafi durumu şöyledir:
"Hüdavendigâr (Bursa) ilinin ve Karesi (Balıkesir) livasının batı sınırında ve yöresinde yalnız bir köyü olan Ayvalık ilçesinin merkezi olup il merkezine elli dört, Midilli'ye denizden iki ve İzmir'e de denizden on saat uzaklıktadır. Havuz biçiminde bir koyun kenarında ve üç tepenin Adalar Denizi'ne bakan yamacı üstünde kurulmuş olup yirmi binden artık nüfusu vardır. Ahalisi kâmilen (tümüyle) Rum olup memurlar ve askerler ile otuz kırk haneden oluşan kıptiler dışında islam ve bir tek haneden başka Musevi yoktur. O da kentin tek lostracısıdır." (Şerafettin,2002:141-142). 

Şerafettin Bey'in verdiği bilgilere ihtiyatla yaklaşmak gerekse de, yukarıdaki "Ahalisi kâmilen ... Rum olup memurlar ve askerler ile otuz kırk haneden oluşan kıptiler dışında islam ve bir tek haneden başka Musevi yoktur. O da kentin tek lostracısıdır." bilgileri önemlidir. 

Bunlardan ilki; -şüphesiz yazılanlara karşı "ihtiyatımı muhafaza ederek" yaklaşsam da- varlıkları XV. yüzyıla dayanan şehirdeki Romanların, "taife-i gebran" değil Müslüman olduklarına dair bilgidir. Diğer bilgi ise; ekseriyeti Ortodoks, az sayıda Müslüman ve XIX. yy sonuna doğru yerleşen bir iki hane Katolik dışında (Köksal,2022.b:158) başka bir cemaate dair bilgimiz olmayan Ayvalık'ta, dört ya da beş kişiden oluşmuş bir Musevi ailesinin de bulunduğudur. Doktorun anlattıklarına göre üstelik bu ailenin kimi üyeleri, şehirdeki "tek" ayakkabı onarımı ve bakımı işini yapan esnafıdır.

Sarmısak taşı... binalar ve sokaklar... 
şehrin "tıbbi topografyası"...
Mağmûmî, sarmısak taşını şehrin en önemli yapı gereci olarak görür ve bu taşı okurlarına şöyle tanıtır: 
"Arazinin taşlık olması ve koyun karşısında yerli gereksinmelere yettikten sonra İzmir ve İstanbul'a gönderilip ihraç edilecek kadar "Sarımsak Taşı" denilen ve soluk pembe daha doğrusu karaciğer renginde bir taşın çıkması nedeniyle kentin bütün mahalleleri ve evleri taştan yapılmıştır. Ahşap ne bir dükkân ne bir hane vardır. " (Şerafettin,2002:142). 

Şerafettin Bey'in şehre dair gözlemlerinde yer alan taş binalar belki iyidir ancak, bunların sıkışık inşa edilmeleri ve dar sokaklar oluşturmaları da eleştirisini almıştır:
"Evlerin çoğu pancurludur. Sokakların, iki üç caddesi dışında hepsi araba geçemeyecek kadar dar ve bir iki metre genişliğinde olması ve buna ek olarak hanelerin bahçelerinin olmayışı Ayvalık'a tek parça bir bina görüntüsü veriyor. ... Sokakları dar olmakla birlikte çoğu düz ve koşut." (Şerafettin,2002:142) (hkk.- baskıdaki yazım hataları aynen alınmıştır.). 

Ancak doktor, bu dar sokakların kaldırımlı ve temiz oluşlarına da vurgu yapar: 
"... Kıpti mahalleleri dışında ötekilerin kaldırımları mükemmel ve temizdir. Şimdiye kadar sokaktan çamursuz buradan başka yer görmedim. Hele sokak köpeklerinin olmayışı temizliğin sürdürülmesini sağlıyor." (Şerafettin,2002:142).  

Şerafettin Bey Ayvalık'ta geçirdiği günleri anlattığı bölümün sonuna geldiğinde, şehrin tıbbi açıdan kritiğini de yapmıştır. Ona göre Ayvalık şehri:
"... Batıdaki durumu nedeniyle havası ılımlı, temiz olup özellikle yöresinde onlar gibi bataklık bulunmaması iklimsel erdemlerini bir kat artırıyor. Yalnız sokakların darlığı, evlerin bahçelerinin olmayışı rutubet yapmaktadır. Suları kuyu suyu olup temiz ve tatlıdır. Ayvalık'ın sadece bir kusuru vardır ki o da ne genel ne de özel lağım yolları olmamasıdır. Halbuki toprağın durumu bu tür akakların yapılmasına çok uygundur. Bir de sahilde rıhtımı olmayıp hane ve mağazaların çöplüğü haline geldiğinden bundan kurtulunması ve kent içinde kokuşma yapan tabakhanelerin kent dışına götürülmesi, geciktirilmesi doğru olmayan sağlık önlemleridir." (Şerafettin,2002:150).  

Resmi binalar... ibadethaneler ve şehrin diğer yapıları...
Doktor, binalar hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra şehri oluşturan önemli kamu yapılarını okuruna tanıtmaya başlar. Bu binalardan "hükumet konağı"nın yeri üzerine olan eleştirilerini de sıralar:
"Ayvalık'ta pek çok yüksek ve süslü konaklar olup Hükümet Konağı ve üç Askeri Karakolhane Osmanlı şanına yakışacak güzelliktedir. Yalnız Hükümet Konağı'nın kentin tamamiyle dışında ve kıyısında bulunması gibi bir sakıncası vardır." (Şerafettin,2002:142).  

Bugün üzerinden Atatürk Bulvarı'nın geçtiği, Hamidiye Camii'nin yaklaşık önündeki bir parselde bulunan hükumet konağı binasının hem yer seçimi ve hem de kiralanma süreçleri, hatta yaşanan "krizler" çok sayıda resmi belgeye de konu olmuştur.

1894-95 yıllarında Ayvalık'ta bir Müslüman camisinin olmadığına dair bilgilerimiz bulunmaktaydı (Köksal,2022.b:158). Yazılanlardan yola çıkarak Hamidiye Camii'nin yapım kararının alınmasında Şerafettin Bey'in rolü olduğunu öğrenmekteyiz:
"İbadet için Rıza Paşa hanında bir özel yer ayrılmış ise de özel ve düzgün bir cami ve bir okulun hemen inşası orada bulunduğum sırada yerel hükümete bildirildi ve muştulandı." (Şerafettin,2002:142).  

Doktor şehri tanıtmaya devam eder:
"Beldenin içinde süslü kuleli, sanat işi ve büyük kiliseler, eski Mısır mimarisinde erkek ve kız okulları. Hükümet Konağı'nın karşısında mükellef bir şekilde yapılmış “Burgala” hanı. Zeytinyağı sıkılan buharlı fabrikalar, üç dört metre çapında ve küp biçiminde demir tankları bulunan yağhaneler," (Şerafettin,2002:142-143).  

Mağmûmî seyahat notlarında, şehirdeki sağlık yapıları hakkında da bilgiler vermiştir. Burada yazılı bilgilere göre:
"... onbeşe yakın eczane ve bir gureba hastanesi vardır. Bir katlı ve otuz kırk yataklı Ispıtalya yani hastahaneyi gezdimse de sağlık bakımından uygun bulmadım." (Şerafettin,2002:143).  

"Ayvalık'ta hiç hamam yoktur. Eskiden iki üç tane varmış, harap olmuş. Sonra da kimse yaptırmamış. Bunların  kalıntılarını gördüm." (Şerafettin,2002:144).  

Şehrin eğlence yerleri ve otelleri...
Doktor Şerafettin Bey seyahatnamesinde, Ayvalık'ta geçirdiği yaklaşık üç hafta boyunca -ihtimal ki- tümünü kullandığı eğlence yerlerini bizlere tanıtmıştır. Mağmûmî'nin Ayvalık'taki eğlence yerleri hakkında yazdıkları şöyledir:
"Yeni Dünya, Orala, Olimpia gazinoları rıhtım hizasında denize doğru bir uzantı oluşturmuşlar. İki yanlarında parmaklıkla çevrilmiş gezinti yerleri bulunduğu gibi deniz üstünde geniş yazlıkları da vardır. Bu rıhtımın öteki kıyısında oteller ve aralarında lokanta bulunuyor. Telgrafhane de Yeni Dünya gazinosunun karşısında ve deniz üstündedir." (Şerafettin,2002:143).

Şerafettin Bey bu eğlence yerlerini oldukça ucuz bulur. 1894-95 yılına göre buralara ait bir tür "fiyat listesi" şöyledir:
"Önceleri anlattığım çalgılı, gazeteli gazinolarda saatlarce oturup eğlenildiği halde kahve, çay ve somata denilen bir bardak badem sübyesi ve öteki türlü içkilerin birer kadehi bir metelik yani onların Mecidiye otuz üç hesabına göre on yedi para, asıl bizim hesaba göre "on para" idi. ... Çalgısız kahvehanelerde bir metelik içinde kalmak üzere bir baş da tönbeki ikram ediliyor. Tavla oynamak bedavadır. Üç dört kap yemek ve sonunda meyve de yiyip içtiğim halde fiyat mahalli hesapla yedi sekiz kuruştan yukarı çıkmaz ve Mecidiye çeyreği üzerine beş on para geri verilirdi." (Şerafettin,2002:144).

Yazarın oteller hakkında verdiği bilgiler ise şöyledir:
"Eski ve yeni birçok hanla birlikte rıhtım üstünde düzgün ve mükellef iki otel dahi vardır. Dört aylık seyahatim sırasında birçok belde ve kasabadan geçtiğim halde Ayvalık otelinde bulduğum dinlenme olanaklarına ve gördüğüm yetkinliğe başka yerde rastlamadım. Binası, bölümleri ve tefrişatı gerçekten takdire ve kutlamaya değerdi. Bedeli de tersine çok ucuz. Zaten Ayvalık'ta ucuzluk genel bir durumdur." (Şerafettin,2002:144).

"Zaten Ayvalık'ta ucuzluk genel bir durumdur."
Doktor tüm kitabı boyunca çoğu yerleşmelerdeki değişik fiyatlar hakkında okurlarına bilgi vermiştir. Ancak yukarıda da vurguladığı gibi Ayvalık, yazarın verdiği bilgilere göre "çok ucuz bir yerleşme" olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Mağmûmî'nin verdiği bilgilere dayanarak eğlence yerleri ve otellerde ödenen ücretleri yukarıda alıntılamıştım. Doktor bu bilgilerle yetinmeyerek, o tarihlerdeki et ve şarap fiyatlarını da satırlarına taşımıştır: 
"Etin kıyyesi (okkası=  400 dirhem = 1283 gram) mecidiye yirmiden (yirmi kuruş) olmak üzere 3,5- 4.0 kuruştur. Şarap bedava sayılır. Kıyyesi (litresi) bizim hesabımızla yirmi beş okuz paraya olduğu halde müşteri çıkmıyor." (Şerafettin,2002:144).

Şehirden izlenen panorama...
Doktor, manzarasını çok beğendiği Ayvalık'ta "gezmek ve hava almak için" özel bir yer aramayı gerek görmez. Şehri bizlere şöyle anlatır:
"Zihin açmak için deniz kenarına inip gazinoların deniz üstüne çıkıntılı yazlıklarına çıkmak yeterlidir. Boğazları eğri bir yönde olduğundan görülemeyen geniş havuzun, havuzu sınırlayan kırmızı adalar ile ortada beyaz bir kitle oluşturan "Cunda" kasabasının, tepelerinde manastırlar bulunan yarımadaların, batıya doğru ve yılankavi yönde uzayan körfezin oluşturduğu canlı tablolar görmekle doyulacak, bıkılacak şeyler değildir. Ya da kentin arkasındaki tepelerin üstüne çıkıp bir çizgiye sonlanmış ve kanallarıyla çırpınıp duran yeldeğirmenlerinin dibinde durulsa ufuk çemberi ve görüş açısı genişlediğinden seyredenin gözü Ayvalık'ın üstünden atlayıp girişinde mini mini bir adacık bulunan Cunda'nın batı boğazından geçerek görkemli bir dağ gibi görünen Midilli'ye uzanır. Doğuya doğru bakan Edremit körfezini ve tepesi beyaz örtüsü ile örtülmüş Baba sıradağlarını görür. Denize arkasını çevirip durursa göz alabildiğine zeytinlik deryası (görür)." (Şerafettin,2002:146).

Cunda Adası gezileri...
Ayvalık'ta kış ayları yaşansa da, üç-beş gün süren lodosun ardından hava sakinleşmekte ve sanki baharı andırmaktadır. Böylesi günlerin birinde "(y)ılbaşının ikinci pazartesi günü öğleden sonra(sında)" [hkk.-7 Ocak 1895] kendisine refakat eden ve Ayvalık'ta uzun süredir bulunan "hükumet memurları" İzzet ve Zühtü Efendilerle birlikte deniz yoluyla adaya geçerler. Yazar gezilerini şöyle anlatır:
"Yılbaşının ikinci pazartesi günü öğleden sonra İzzet ve Zühtü Efendilerle birlikte "Perme" denilen balıkçı alamanalarına benzeyen kayığa binerek Ayvalık'ın karşısında ve bir buçuk mil uzunluğundaki Cunda adasına gittik. Cunda adasıyla yanındaki yarımada arasında bir boğaz olup vapur buradan Ayvalık'ın doğal limanına girmekte ve çıkmaktadır. Cunda kasabası boğazın başlangıcında kumlu olup batıya bakan bir yamaç üstündedir. Bin beş yüzden fazla hanesi, sanat eseri ve süslü kiliseleri, Ayvalık'a oranla geniş sokakları vardır. "Cunda" eskiden Ayvalık'ın bir bucağı iken sonra Akdeniz Adalan ilinin Midilli Mutasarrıflığına katılarak ilçe haline getirilmiş olup ahalisinin zeytinlikleri hep Ayvalık tarafındadır. 

Vapurların geçtiği boğaz eskiden ancak küçük kayıkların geçebilecekleri kadar sığ iken son zamanlarda yapılan çalışmalarla derinleştirilip iki yakalı fenerler ve fenerler arasına sabit şamandıralar konulmuştur ve şimdi en büyük gemiler bu iki hat arasından kolayca geçmektedirler. 

Kasabayı tamamiyle dolaşıp arkadaşlarımın  bir iki dostuna yeni yıl kutlamasını yapmalarından sonra harap bir yeldeğirmeni bulunan yüksek bir tepeciğe tırmanarak çıktık. Gözlerimizin önünde görünen tablo güzelliğin ve doğa mükemmelliğinin bir örneği idi. Kudret (Tanrı) güzellik vermekte buraya çok eli açık davranmıştı. Bu noktadan "Cunda" adasının sahilleri çepeçevre görülmekte olup doğudan başlayarak, olduğumuz noktada bir kere dönünce yani gözümüzle ufuk dairesini dolaşınca Edremit körfezini, boş insansız adaları, sayılamayacak kadar çok boğaz, körfez ve limanları, Cunda'nın karadan ayrıldığı su geçidini, Midilli Adası'nı ve boş adaları, ayağımızın altında Cunda kasabası ile güneşten akan nurdan elmas gibi parlayan batı boğazını, boğazın girişindeki mini mini Manastır adacığını, batıya doğru uzayan eğri büğrü körfezi martı kadar küçük görülen beyaz yelkenli kayıkları, Ayvalık kasabasını kuş bakışıyla gözledik. Harap değirmen kulesinin etrafında birçok kez dönerek bu panoramayı tekrar tekrar seyreyledik. Güneş al bulut saçaklarıyla donanmış olarak guruba gömülmek üzereydi ki kayığa binip Cunda'dan hareket ettik. Arkadaşlar yarım yıldır Ayvalık'ta oturdukları halde kürekle yarım saat uzaklıktaki bu Cunda adasına gitmemişler. Bugün benim özendirmemle ziyaret ettikleri için mutlu olduklarını söylüyorlardı." (Şerafettin,2002:146-148)

Ertesi gün yeniden Cunda'ya gitmeye karar verirler. Ancak doktor bu kez kara yoluyla gitmek ister ve arkadaşları da kabul eder. Bu sayede, Ayvalık'tan Cunda'ya kara yolu ile gidişin detaylarını  öğreniyoruz:
"Ayvalıktan yürüyerek hareketle doğuya doğru gidip doğal limanı doğudan sınırlayan birkaç yüz metre boyundaki boğazdan geçtik. Bu boğaz adeta deniz içine yapılmış bir kaldırımdan ibaret olup eni üç dört metredir ve deniz yüzünden yüksekliği bir metredir. Üstü taşla döşenmiştir. Burayı geçerek bir yarımadaya vardık. Bu yarımada ile Cunda adası arasında gayet dar ve işaret sütunları olan bir boğazcık vardı. Buradan ancak küçük deniz tekneleri geçebiliyor. 

Bir yakadan öteki yakaya uzatılmış halat aracılığıyla geçen bir sal kömür yüklü develeri taşıyarak hareket etmek üzereydi. Onar para ücretle biz de girip bir kenara iliştik. Üç dakikada çekilerek Cunda adasına vardı. Biraz dinlenerek Cunda kasabasının doğanın oluşturduğu tepeciğine çıktık. O ulu görüntüyü ses çıkarmadan bir kez daha seyrettim. Kasabayı da dolaşıp karadan geri gelmeye ne vücudumuz ne de zamanımız elverdiğinden dünkü gibi kayıkla döndük." (Şerafettin,2002:148) 

Çamlık gezisi...
Şerafettin Bey'in anlatımına göre 1895 yılının ocak ayı olduğu halde, Ayvalık'ta havalar halen bahara öykünmeye devam etmektedir. Ve o günlerin birinde Doktor, "Asker Eczacısı Kolağası Efendi ile birlikte kent halkının genel mesire yeri olan ve Çamlık denilen yeri ziyaret" etmeye karar verir. Bundan sonrasını ondan okuyalım:
"... kent halkının genel mesire yeri olan ve Çamlık denilen yeri ziyaret niyetiyle Ayvalık'tan çıktık. Ispitalyanın (hastahane) önünden geçip deniz kenarından yürüdük. Kâh kumluktan kah ladin ağaçları arasından yürüyoruz. Lodos dalgalarıyla atılıp karada kalarak ölen tabla gibi iri ve pelte gibi yumuşak ve şeffaf deniz çadırlarını (deniz anası) muayene ediyoruz. Sel suları ile toprağı sürüklenerek açıkta kalmış doğal taş yontuları arasından, volkanik araziden kimi lal, kimi yeşil, kimi sarı kimi de gökkuşağı gibi renkli yanık taşlar üstünden geçiyoruz. Çamlığın arasına sokulmuş hazin görüntülü Aya Nikola kilisesine vardık. Orayı geçince bodur ve sık ağaçlı çam ormanına daldık. Arazi volkanik taşlardan jeoloji müzesi biçimini almıştı. Madeni kitlelerden ayrımsanmayan ve her parçası özel nitelikler gösteren demirli, manganezli lavlann donmasından oluşan taş kitleleri ayaklarımızın altında dolaşıyordu. Çamlardan yayılan kokular ve saf havayı soluklayarak, çeşitli maden örneklerini inceleyerek ağaçlar arasından denizi, uzun körfezi, kayaların tepesine takılmış manastırları gözledik. Kısaca her adımda değişiklik, her noktada yenileşen şiirsel doğal görüntüleri seyrederek epeyce vakit geçirdik. 

Güzelliğin maddeleşmiş biçimi denilmeye layık olup dünyada eşi çok az bulunan bu güzel yerde saatlerce değil günlerce, haftalarca, aylarca kalınsa insan kanıksayamaz. Yer dökülen çam yapraklarından bir hali ile döşenmiş, üstü çam dallarından oluşan yeşil bir kubbeyle örtülmüş ağaç sutunlarının oluşturduğu kafesten derya, koylar, adacıklar görülür. Havası güzel kokulu, iklimi ılımlı ve sefa memleketi(evi) temiz havaya, ılımlı sıcaklığa, dingin yaşama, güzel görüntülere gereksinimi olan veremliler ve kan fakirleriyle kentlerin bitip tükenmek bilmeyen gürültüsünden bıkıp usanmış, dar, sınırlı bir yerde durmaktan bezmiş sinirliler için yetkin ve etkili bir şifa yeri de olur. Buraya “Sanatorium”lar, hastahaneler yapılsa ne kadar iyi olacak. Eczacı ile karşı karşıya geçip bu konu üstünde çok konuştuk. Ortaya bir çok görüşler attık. Sonra aynı yoldan dönmemek için içeriye yönelip tepeler, bayırlar aşarak Ayvalık'ın arka tarafından girdik.(Şerafettin,2002:148-149) 

Ayvalık'tan ayrılış...
Şerafettin Bey tüm işlerini tamamlamış ve Ayvalık'ı layıkıyla gezmiş, İstanbul'u da özlemeye başlamıştır. Bekleyiş ile geçen o günlerin birinde Doktor, "... Genel Sağlık Yüksek Müfettişi Bongowsky Paşa Hazretleri'nin yardımcılarından ... Doktor Yulikon Efendi'den bir mektup ..." alır. Ayrıca bu mektupta kendisine verilen "sıhhiye müfettişi başkanlığı" görevinden de bahsedilmektedir. Bunun üzerine Şerafettin Bey oteline gidip bavullarını hazırlar. Ertesi sabah, "[o]cak'ın on birinci sabahı saat üçü çeyrek geçe (Saat 9.15) ... "Pandeon" kumpanyasının "Rumeli" vapuruna" binerek İstanbul'a doğru yola çıkar (Şerafettin,2002:151-152).

Dostluk ve Saygılarımla,

----
DİPNOTLAR
[1] Doktor Şerafettin Mağmûmî Bey, 9 Kasım 1869’da Üsküdar’da doğdu. Asıl adı Eşref Fevzi’dir. Önce Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’nde okudu ve Üsküdar Paşakapısı Askerî Rüşdiyesi’nden mezun oldu. Tıp öğrenimine Kuleli İ‘dâdî-yi Tıbbî Mektebi’nde başladı, burada okurken arkadaşları Abdullah Cevdet, İbrâhim Temo, İshak Sükûtî, Hikmet Emin ile birlikte İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Cemiyetin aynı yıl haziran ayında Edirnekapı’da yapılan ilk toplantısında zabıt kâtibi oldu. 1887’de Gülhane Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriyyesi’ne girdi ve 1894 yılında tabip yüzbaşı olarak mezun oldu. Aynı yıl Haydarpaşa Hastanesi’nde göreve başladı.

1894’te baş gösteren kolera salgını nedeniyle müfettiş olarak görevlendirildi. Bir buçuk yıl kadar kolera yaşanan değişik şehirlerde salgınla mücadele etti. Aynı zamanda buralarda İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin örgütlenmesini de sağladı. 1897 yılında, cemiyet içinde gelişen "ideolojik tartışmalar" sırasında, dönemin örgüt yönetimine karşı muhalif tavır sergiledi.

1901’de Mısır’a gitti ve Kahire’de bir muayenehane açtı. Uzman bir hekim olarak Kahire’de daha sonraki yıllarda büyük şöhret kazandı. Kahire, bu sırada Avrupa’da barınamayan Jön Türkler’in önemli merkezlerinden biri durumundaydı. Cemiyetin Paris ve Romanya kolunun Türklük aleyhindeki söylem ve neşriyatları Şerefeddin Mağmûmî ve arkadaşlarını harekete geçirdi. Kahire’de 1903’te "Türk gazetesi"ni çıkardılar. Akçuraoğlu Yusuf’un bu gazetede 1904’te yayımlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi İstanbul’da ve Osmanlı Devleti’nin diğer merkezlerindeki Türkler arasında milliyet nazariyesinin ilk sesi oldu. Mısır’dan Fransa ve İsviçre’ye birkaç seyahat yaptıysa da I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine Kahire’de İngilizler'in gözetiminde siyasetten uzak bir hayat sürdürmeye başladı. Savaştan sonra da Türkiye’ye dönmedi ve 20 Temmuz 1927’de Kahire’de öldü (Türkoğlu,2019).

[2] Bonkowski Paşa, Osmanlı Devleti’nde kolera ile mücadelenin önemli isimlerindendir. Osmanlı Devleti’ne 1831’de sığınan bir Leh mültecinin oğlu olarak 1841’de doğmuştur. İlköğretimi sonrasında Türk öğrencilerle birlikte eğitim için Avrupa’ya gönderilmiştir. 1868’te yurda döndükten sonra Mekteb-i Tıbbiyede kimya muallim muavini olarak çalışmıştır. Eczacılık alanında önemli çalışmalara imza atmıştır. Bu başarıları onu sarayın kimyacısı yapmıştır. Bonkowski Paşa, kimyayı gündelik hayattaki bazı problemleri çözmek için kullanmıştır. Ancak onu önemli kılan asıl çalışmaları salgın hastalıklarla mücadelede gösterdiği başarıdır. İlk çalışmalarını, 1877-78 Osmanlı-Rus harbi sırasında gelen göçmenler nedeniyle yaşanan salgınlar sırasında yapmıştır. 1892’de Hıfzıssıhha Başmüfettişi olarak görevlendirilmiştir. Salgınların görüldüğü Selanik, İzmir, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Edirne ve Trabzon da görev yapmıştır. Ancak kolera ile mücadeledeki en önemli çalışmalarından biri Küdüs’ten Şam’a kadar koleranın yayılmasını önlemek için verdiği mücadeledir (Arslan,2015:37dn).

----
KAYNAKÇA
de Adrian, Jacob ve Nalpas, Joseph L. (1893).
Annuaire des commerçants de Smyrne et de l'anatolie 1893. İzmir: Imprimerie Commerciale G. Timoni.

Arslan, Enver (2015).
Trabzon vilayeti’nde kolera (1892-1895). (Tez No.: 388382) [Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi].

Baktıaya, Adil (2022).
Doktor Şerafettin Mağmumi’nin Hatıratına Dair Gözlemler: ya hürriyet ya yolsuzluk. Tarih Vakfı Vakfı Toplumsal Tarih Dergisi -(343), 50-58.

Güçhan, Neriman Şahin (2008).
Tracing the memoir of dr. Şerafeddin Mağmumi for the urban memory of Ayvalık. METU Journal of the Faculty of Architecture, 1(25), 53-80.

Günergun, Ayşe Feza (1992).
XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı kimyager-eczacı Bonkowski paşa (1841-1905). Ankara : Türk Tarih Kurumu I. Türk Tıp Tarihi Kongresi'nden ayrıbasım, s. 229-252.

Köksal, Hayri Kaan (2017).
Şark yıllıkları'nda xıx. yüzyılın Ayvalık ve yakın çevresi. 7 Mart 2017.
https://kaankoksal.blogspot.com/2017/03/sark-yilliklarinda-xix-yuzyilin-ayvalik.html
(son erişim: 6.11.2022, 13:19)

Köksal, Hayri Kaan (2022.a).
Ambroise Firmin-Didot'nun Ayvalık'ta geçirdiği iki ay (1817). 29 Eylül 2022.
https://kaankoksal.blogspot.com/2022/09/ambroise-firmin-didotnun-ayvalikta.html
(son erişim: 6.11.2022, 14:47)

Köksal, Hayri Kaan (2022.b).
Şark ticaret yıllıklarındaki bilgiler ışığında Ayvalık ve yakın çevresi (1881-1922). Ayvalık Tarihi Üzerine Akademik Çalışmalar Seçkisi (Ed.) Berrin Akın Akbüber. Ayvalık: Ayvalık Belediyesi, ss.151-187.

Menekşe, Metin (2020).
İzmir'de kolera salgını ve etkileri (1893). Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 39(67), 385-433.

Psarros E. Dimitriu (2017)
Το Αϊβαλι Και Η Μικρασιατική Αιολιδα (Ed. Kostoula Sklaveniti) Atina: Yunanistan Ulusal Bankası Eğitim Vakfı.

Şerafeddin Mağmûmî (1909).
Seyahat Hatıraları (1.b) Kahire: [yayl.y.].

Şerafettin Mağmumı̂ (2002).
Bir Osmanlı doktoru'nun anıları : yüzyıl önce Anadolu ve Suriye (Ed.) Cahit Kayra. (2.b) İstanbul: Büke Yayınları.

Şerafettin Mağmumı̂  (2008).
Yüzyıl önce Anadolu ve Suriye (Ed.) Cahit Kayra. İstanbul: Boyut Yayınları.

Şerafettin Mağmumı̂ (2010).
Anadolu ve Suriye'de seyahat hatıraları (Ed.) Nazım Hikmet Polat. İstanbul: Cedit Neşriyat.

Türkoğlu, İsmail (2019).
Mağmûmî, Şerefeddin (1869-1927): hekim, yazar ve siyaset adamı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (gözden geçirilmiş 3. basım) EK-2. cilt, 167-169.