(resim.01) Varlık Dergisi Ocak 1971 sayı: 760 (koleksiyon: Taylan Köken | fotoğraf: Hayri Kaan Köksal, 2019) |
"... C. Çeviri KitaplarTombik ile Zıpzıp (Ellis Aleksiyu)Yalçın Yayınları, İstanbul, 120 s., 1981.diğer basımları2.b: Kaynak Yayınları, İstanbul, 140 s., 1998.Post avcısı (Stratis Mirivilis)Yalçın Yayınları, İstanbul, 156 s., 1981.diğer basımları2.b, 3.b: Can Sanat Yayınları, İstanbul, 187 s., 2.b:[2007], 3.b:[2011].Üçüncü düğün çelengi (Kosta Tashci)Boyut Yayınları, İstanbul, 237 s., 1988.diğer basımları2.b: Mitos Yayınları, İstanbul, 237 s., 1991.Bomba Nurettin (Stratis Çirkas)Belge Yayınları, İstanbul, 96 s., 1997.Eski tüfekler (Menis Kumandareas)Belge Yayınları, İstanbul, 136 s., 1998.diğer basımları2.b: Belge Yayınları, 2013.Çifte kitap (Dimitri Haci)Adam Yayınları, İstanbul, 125 s., 2001.Konuşmayan su - erotik masal (Despina Tomazani)Can Sanat Yayınları, 186 s., 2007.Kimyon ve sevgiyle (Lena Merika)Can Sanat Yayınları, İstanbul, 107 s., 2008.diğer basımları2.b: Can Sanat Yayınları, 2011.D. AntolojilerDost Türk-Yunan şairlerinin diliyle barış (haz.: Asım Bezirci)Anahtar Kitaplar, İstanbul, 271 s., 1992.diğer basımları2.b: Türk - Yunan dostluk ve barış şiirleri (haz.: Asım Bezirci)Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 248 s., 2000.E. DergilerVarlık DergisiElli Aleksiu'nun “İbrahim Baba'nın Çeşmesi” adlı öyküsünün çevirisi(-)760, 27-28 s., 1971.İlias Venezis'in “Martılar” adlı öyküsünün çevirisi(-)763, 33-34 s., 1971.Foti Kondoğlu'nun “Kaptan Stelyo ve Vasıf Efendi” adlı öykü çevirisi(-)765, 32 s., 1971.Galatea Kazantzaki'nin “Adalet Kaçağı” adlı öyküsünün çevirisi(-)767, 26 s., 1971.İlias Venezis'in “Ege'nin Mesajı” adlı öyküsünün çevirisi(-)769, 24 s., 1971.Hrisanthi Zirsea'nın “Anahtarlar” adlı öyküsünün çevirisi(-)771, 22-23 s. , 1971.Stratis Milivilis'in “Eva” adlı öyküsünün çevirisi.(-)773, 22-23 s., 1972.Tatiana G. Milliex'in “Ziyaretçiler” adlı öyküsünün çevirisi.(-)775, 21-22 s., 1972.Panou N. Tzelepy'nin “Kalkandereli Kadın” adlı öyküsünün çevirisi(-)791, 24-25 s., 1973.Kostas Valetas'ın “Poly'yi Nasıl Gömdük” adlı öyküsünün çevirisi [(A.Y. ) rumuzuyla](-)798, 21 s., 1974.Bir Yazar ve Bir Kitap [makale](-)807, 21 s. , 1974.Nikou Papaperikli'nin “Mezarda Hayat” adlı öyküsünün çevirisi(-)820, 24 s., 1976.Kleareti Dipla Malamu'nun “Barınak” adlı öyküsünün çevirisi(-)838, 22 s., 1977.Fobios Delfis'in “Yüzyılımız” adlı şiirinin çevirisi(-)840, 24 s., 1977.Liliana Dritsa'nın “Kardeşim” ve “Yaşamın Yüzü” adlı şiirlerinin çevirisi(-)842, 22 s., 1977.Spiru Mila'nın “Zindanda Akşam” adlı öyküsünün çevirisi(-)846, 25-26 s., 1978.Foybos Delfis'in “Günlük Ağıt”, “Truva Alevler İçinde”, “Çamur Yağmur”, “Yitirilen Ders” ve “İnsan Hakları”adlı şiirlerinin çevirisi(-)853, sayfa: 15 s., 1978.Dimitris Kranis'in “Hava Korsanları” adlı öyküsünün çevirisi(-)871, 24-25 s., 1980.ve edinemediğimiz 880. ile 963. sayıları.
Türk Dili DergisiYannis Ritsos'un “Zolio Kiuri'ye Mektup” adlı şiirinin çevirisi(38)327, 683-684 s., 1978.Yannis Ritsos'un “Işık Yakın” adlı şiirinin çevirisi(38)327, 684-685 s., 1978.Yannis Ritsos'un “Bir Sözcük O” adlı şiirinin çevirisi(38)327, 685 s., 1978.Dimitris Kranis'in “Hava Korsanları” adlı öyküsünün çevirisi
(40)335, 107-112 s., 1979.
Milliyet Sanat Dergisi
Çağının Tanığı Bir Yunan Yazarı Costas Taktsis [makale]
(5)355, 44-45 s., 1980.
Şiir Oku Dergisi
Yunan Şairlerinden Çeviri Şiirler,
(-)40, 1-2 ss., 2002.
G. Yayımlanmamış Çevirileri
Dört Kuşaktan Yunan ÖyküleriÖldürülenin Eli Tiyatro EseriMucizeler Avlusu Tiyatro EseriEski Selanikliler (Kostas Tomanas)Üçlü Bir Aşk Hikayesi (Vasilis Vasilikos)
s. 760, sf. 27-28YUNAN EDEBİYATI: İBRAHİM BABA'NIN ÇEŞMESİelli aleksiu [3]
ELLI ALEKSIU, 1899 yılında Girit'in Kandiya şehrinde doğdu Yine Yunan yazarlarından Galatea Kazanzakıs'in kızkardeşidir.Çevirisini sunduğum «İbrahim Baba'nın Çeşmesi» adlı hikayesini, Fransa'nın Aix-En-Provence Üniversitesi Yunana Edebiyatı profesörlerinden Octave Merlier'nin Yunan dilinde hazırladığı «Papirüsten günümüze Yunan metinleri» adlı eserinin IV. fasikülünden aldım.(Ahmet YORULMAZ)
Çeşme, kapımızdan bir iki adım ötedeydi; ne diye para verip de eve su alalım? Babamız derdi ki: «Madem ki avlumuz yok, yol da avlumuz olduğuna göre, evimizde su var demektir...» Azdan çok anlayan annem de: «Ayağımızın dibinde gece gündüz akan su varken, masraf edip, bir boru ile canı istediği zaman, iplik gibi akacak kaçak su getirtmemiz, tam delilik olur! Üstelik gece yarısından sonra ikide, bazan da sabaha karşı beşte kestiklerini söylüyorlar.»
Mermerden bir çeşmeydi. Üzerinde eski yazılar bulunan üç eğri kırlent, bulanıklığın sonuna dek uzanıyordu. Sağlı sollu, kanat gibi açılmış iki rafı ve mermerden dantel işlemeli bir çevre duvarı vardı. Bu da su içmek ya da yıkanmak için duran yolcuyu, ıslanmaktan koruyordu.
Üzerindeki yazılar, yazıdan çok işlemeye benzeyen şeylerdi, çünkü Türkçeydi. Bunları kazıyan usta, kullandığı malzeme ile yeşil ve kırmızı renkleri vermiş, altın gibi ışıldar hale sokmuştu. İbrahim Baba'nın Çeşmesi çoklukla oyuncak gibiydi; usta elinden çıkmış, merakla işlenmişe benziyordu.
Suyun kesilip, kuruduğu saatlerde de biz küçükler «Kesildi mi?» diyerek, yakınına gidip, bakardık, Bâzı saatlerde ise yaklaşamazdık. Sucular, hizmetçiler çepeçevre onu sarar, kirletirlerdi ortalığı. Testilerini raflarına dayayıp, ayaklarıyle mermer dantel işlemelerine basarlardı. O zaman biz çocuklar, bir köşeye çekilir bekledik. Bizler için hazırlanmışa benzerdi; boşalıp hafiflediğinde, mahallenin bütün çocukları sevinçle içine girerdik. Ben, dantel işlemeli çevre duvarını dolaşır, suya yakın olmaya çalışırdım.
Bronzdan işlemeli bir burması vardı ki, bazan çalındığı da olurdu; fakat en kısa bir zamanda bir yenisi, yerine takılırdı. Bu çalınma akşama rastladığında çeşme, bir dere gibi sabahlara kadar akar, suyun taşlara vurmasından çıkan ses, ta evimizden duyulurdu. Uykuma dalıncaya kadar, kalbinden rahatsızlığı yüzünden, yatağında dönüp duran annemin, kendi kendine «Şırıltısına doyum olmuyor suyun, fakat boşuna akmana da kadar o kadar acıyorum ki...» diye mırıldandığını duyardım. Gecenin karanlığında dinlediğim bunlar, acımayla karışık bir hayret uyandırırdı bende.O zamanlar İbrahim Baba Çeşmesini, dünyada en çok beni sevdiğini, sanırdım... Bir gün annem, ilk dişimi iplikle çekmiş, bir fare bularak, sağlam dişiyle değiştirmemi söylemişti, Dişimi aldım ve yola çıktım. Yazın öğle saatleriydi, yolda kimseler yoktu. Çeşmeye gittim, çevre duvarını dolandım, ayaklarımı içeriye sarkıtarak oturdum. Annemin önceden bellettiğini mırıldanarak dişimi, suların akıp gittiği deliğe attım:
Fare işte dişim, ver demirden olanınıPeksimet ekmeğini kemireyim.
Bir gün evinize dönerken, çeşmenin önünde toplanmış adamlar gördüm. Karışıktılar. İçlerinde kırmızı fesli Türkler ve Rumlar vardı; benim o zamana kadar kutsal nazarıyla baktığım yazıları inceliyorlardı.
Saygıdeğer, gözlüklü, yaşlı bir Türk ortada duruyor, Türkçe yazıları okuyor, sonra güleç bir yüzle etrafındakilere Rumca olarak naklediyordu. Durdum, dinlemeye koyuldum:
«-Bunlar Kur'an'dan ayetlerdir: 'La İllâhe İllâllah, Muhammed Resulullah (Tanrı birdir ve Muhammed Onun Resulüdür.) Hayır... Hepsi Ayet değil. Başka şeyler de var: Yalnız o bilir me'yus olanları teselli edebilir; nitekim içindeki ateşi o söndürdü ve Azrail'in elinden Ahmet'imi O kurtardı. O'na inanmış ve bağlanmış olan ben Ahmet oğlu İbrahim, Büyük Rabbim adına, susuzların susuzluğunu gidermek için bu çeşmeyi yolun ortasına inşa ettim!»
Neye üzgündüler? Türk'ün okuduğu acıklı değildi ki... Yalnız İbrahim Baba'yı bulan felaket büyüktü; bütün şehirde konuşulan oydu. Büyüklü küçüklü hepimiz öğrenmiştik.
İbrahim Baba yıllarca önce bu çeşmeyi, oğlunun sevabına yaptırmıştı. Çocuk üç yaşındayken, kötü bir boğaz hastalığına yakalanmış ve bütün doktorlar ümidi kesmişlerdi. Fakat İbrahim Baba, oğlu için bir çeşme yaptırmayı adamıştı. Çocuk kurtuldu ve bu dantelli çeşme yaptırıldı. Dün ise, büyümüş ve evlenme çağına gelmiş bu tek oğlunu bir otomobil ezip, öldürmüştü!
Aradan bir yıl geçmemişti ki, emir geldi: Türkler kalkıp Anadolu'ya gidecek, oradaki Rumlar da buraya geleceklerdi! İlkin kimse hazmedemedi, inanamadı buna. Gazeteler büyük başlıklarla bu haberleri verirken, şurada burada, köşebaşlarında, kahvelerde Türkler ve Rumlar birlikte okuyorlardı bunları, Aman, gazeteler istediklerini yazıyorlar! Olur mu böyle şey! Bütün bir halkı evinden, yurdundan söküp atmak olur muydu? Bir bavul mu ki, tutup yerini değiştirsin? Yağı sudan ayırabilirsin, diyorlardı; ama süt sudan ayrılmaz. Çünkü bunca yıl türlü şekillerle birbirlerine karışmışlardı: Ticarette, dostlukta bir saksıya ekilmiş, iki ayrı bitki gibiydiler... ayrıcalıklarını anlıyorlar, gene de toprağı altında kökler ve toprağın üstünde dallar, sarmaş dolaş. Birini sökmek istediğinde, diğeri de onunla birlikte gelir! Bazan filanca kadının, falanca Rumu sevdiğin fısıldarlardı kulağına. Ve bir Rumun cenazesinde, kırmızı fesleriyle başları önde eğik, ağlamaklı, arkalarda yürüyen Türkleri görüp, pencere ya da kapı kenardan seyrettiğinde, çevrende açmış gelincik tarlası sanırdın.
Bu arada, ailesi kalabalık Türkler, gitme hazırlığındalar. Önce gidenlerden olunursa iyi olur, diyerek, mallarını kaçakaç satarak, bir saat önce gitmek istiyorlardı. Satılabilir mallara satış izni verildiğinden köylerde, hayvanlarını, yağlarını satanlar, parti parti limana iniyorlardı. Her zamam sakin olan şehrimiz ayaklamış, günden güne büyüyen, bir mezat yerine dönmüştü, Fânuslarda kapalı eski saatler, çivilerinde elli yıl asılı kalmış tepsiler, telâların elinde alıcı arıyordu. Zeynep hanım ise, kızının nişanlanıp, nikâhlanmasında, bir küçük evin sahibi olunmasında, varını yoğunu harcamıştı. Mahmudiyelerini, elmasını, her şeyini elden çıkardığından, kuru canlarıyla kalmışlardı. Büyük emeklerle yaptırdıkları eve girip, hiç değilse bir oturma şansına sahip olamamışlardı. Emir çıkığında kapı pencere henüz boyanıyordu. Kısmetse kimlerin oturması varsa, onlar boyasalardı istedikleri renge, Zeynep hanım, bize ırkınıp sıkılarak başımızı sokacak bir ev yapmak, saati gelince de borçlu, ortada kalmak kısmetmiş, diyordu
Rumlar, özellikle kadınlar, vapura kadar götürüp, uğurluyorlardı. Bazan kolkola, bazan da çocuklan kucaklarına alarak... Bir şeyler de verdikleri oluyordu birbirlerine, hâtıra cinsinden. Vapurun son düdükleri öterken iç çekmeler arasında, karşılıklı istekler başlardı:
«- Yaz bana Dirayet hanım. İhsan hayırlısıyle doğurduğunda hemen yaz bana, Kız mı oğlan mı, bakalım! Çünkü gidiyorsunuz, merakta kalıyoruz.»«- Stavro askerden dönüğünde, ne derse, yaz bana. O da yazacak, ama gerçeği söylemek istemeyebilir, üzmemek için. İşleri halledip, beni geri getireceği hayaliyle avutmayın.»
Gün boyu aşağı yukarı koşturarak, bir takım alıyorlardı Gideceği yerde lâzım olabilir, isteyebilirler diyerek, liseden ilkokuldan belgeler çıkartıyorlardı.İbrahim Baba; hiçbir gitme telâşı göstermiyordu. Ne satıyor ne de acele ediyordu! Halkı almak için limana her Türk gemisi gelişinde, Rumlarla birlikte gidiyor, bir seyirci gibi izliyordu. Sanki bu, kendi davası değildi, İbrahim Baba o zaman kalktı, Metrepolite gitti. Ümitlerini oraya bağlamıştı, onun için sâkindi. Baktı ki bu işin duracağı yok - içinden şöyle söylemiş olacak - Hıristiyan olacağım!
«- Efendim, dedi Metropolite, ben gidemem buradan. Gitmek istemiyorum! Gitmektense, Hristiyan olurum!»« - Anlıyorum, dedi Metropolit, yalnız gidecekleri Hristiyanlaştırmamız yasaklandı. Ne yapabilirim? Bir başkası da aynı istekle gelmişti...»
«- Türkçe bilmiyorum. Hanımım hesaba katılamaz artık, bir yumak gibi kanepenin köşesinde oturuyor. Zavallı, ihtiyarım, Nere ye gideyim! ... Efendim, bir insanın kabinin sökülüp atıldığını, sonra da kalk yürü dendiğini, gördünüz mü? Bunu yapmaya çalışıyorlar bana!«- ...»
İbrahim Baba, son güne kadar iyi dayanmıştı, ama artık kendini koyvermiş, gücü kalmamıştı. Sokaklara çıkmış, küçük çocuk gibi ağlamaklı, taşkın... Mağazaları sıradan almış, Rumlara tek tek soruyor, sorusuna bir cevap bekliyordu ağlayarak:
«- Kardeş, var mı benden bir şikâyetin? Bir kötülüğüm dokudumu sana?»«- Ne kötülüğü yapabilirdin bey? Ben bir azizdin burada.»
Ve daha aşağılarda yine soruyordu:«- Efendiler, bilmeksizin, istemeksizin birbirimizi kırmış olabilir miyim?»
Ne desinler ona?...
«- Madem ki aramızda düşmanlık yok, madem ki bizi istiyorsunuz, biz de sizi istediğimize göre, neye bir dilekçe yazıp göndermiyorsunuz? Hiç değilse girecek yeri olmayan ihtiyar ben, burada kalırdım! Sizin gibi, bizim iznimiz yok ölülerimizi mezardan çıkarmaya; dinimiz müsaade etmiyor gencin kemiklerini yanımıza almaya.»
Bir kaç gün sonra onları da limana kadar uğurladık.
Mehtapsız bir geceydi, hafif rüzgâr esiyordu. Deniz limanın içine kadar dalgalıyı. İhtiyarlar bunca sıkıntı, zorluk çekişlerdi, denize tutacak diye de evcek üzüntülüydü, İbrahim Babanın ihtiyar karsı Hayriye hanım. annenin kolunda gidiyordu. İbrahim Baba da, babamla birlikte arkadan geliyorlardı. Anneme evde kalmasını, gelmemesini söylemiştik, heyecanlanacak çarpıntısı tutacak diye... fakat o, ille de gelmek istemişti.
«- Biliyorum, diyordu Hayriye hanım, sen uzun yol yürüyemezsin; fakat çocukların yolu mezarlığa düştüğünde, rahmetli Ahmedimin de mezarına bir gözatsınlar. Sana emanet ediyorum onu! Sümbüller ekmiştim, yakında çiçekte olacaklar, zahmet olmazsa yaz bana!»«- Ben de giderim, çocukları da sulasınlar diye her zaman yollarım.»
Diğer Türkler ölüleri için didinmezlerdi. Zengin olanları sadece pahalı bir mezar yaptırırlardı, o kadar... Fakat Hayriye hanım, Rumlar gibi, altın bir vazoda çiçekler götürür, devamlı kandil yakar, etrafına çiçekler ekerdi.Eve döndüğümüzde annem, bir sandalyeye çöküverdi. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Her zamanki gibi etleri getirdik, bir kaç damla şekere damlatıp, verdik. Onu teselli ederken biz de ağlıyorduk.Aynı hafta içinde de bizi, mezarlığa, sulamaya gönderdi. Türk mezarlarının sonsuz görünüşü içinde, o mezarlar denizinde, başka gelişlerimizden bellediğimizden, Ahmedin mezarını tanıyor, diğerlerinden ayırdedebiliyorduk.Suladık. Bir buket gül de getirmiştik. Son gün annesinin getirdiği ve kurumuş olan çiçekleri vazodan çıkardık, tazelerini koyduk, Türk günlüğü ile de tütsüleyip, ayrıldık. O gün oradan ayrılırken, Türk mezarları içerisinde bir takım adamlar gördük, ellerin de metrelerle yerlere eğilmiş, mezarlar arasında toprağı ölçüyorlardı.
«- Ne ölçüyorsunuz?»«- Mahallenin şeklini... Göçmenler mahallesi burada kurulacak!»
Bir yıl sonra, Türk kemikleri üzerine kurulmuş yeni mahallede, hayat, başlamıştı bile. Evlerin temelleri, insan vücudunun çeşitli kalıntıları üzerine atılmıştı, Mahallenin yollarında, gözyaşı ve ıstırapla sulanıp, yoğrulmuş, yeni kazılmış kırmızı, toprağı üzerinde, göçmen çocukları, her şeyden habersiz, tebeşirle dokuz taş ve keşiş oyununu çiziyorlardı.Hayriye hanım hâlâ anneme yazıp soruyor, o da cevap veriyordu:
«- Evet, evet! Bu yıl da çiçekler açtı.»
Savaşın çocukları Girit'ten sonra Ayvalık
Belge Yayınları, İstanbul, 135 s., 1997.diğer basımları2.b, 3.b: Belge Yayınları, 2.b:[1997], 3.b:[1998].4.b: Geylan Kitabevi, Ayvalık, 144 s., 2000.5.b, 6.b, 7.b, 8.b: Remzi Kitabevi, İstanbul, 143 s., 5.b:[2002],6.b:[2002], 7.b:[2006], 8.b:[2007].çevirisiΤα παιδιά του πολέμου Από την Κρήτη στο Αϊβαλί [Girit'ten Ayvalık'a savaşın çocukları]Omega Yayınevi, Atina, çeviri: Stélios Roḯdis, 207 s., 2005.Kuşaklar ya da Ayvalık yaşantısıGeylan Kitabevi, İzmir, 247 s., 1999.diğer basımları2.b, 3.b, 4.b, 5.b: Remzi Kitabevi, İstanbul, 223 s., 2.b:[2002], 3.b, 4.b:[2003], 5.b:[2006].Girit'ten Cunda'ya ya da aşkın anatomisiRemzi Kitabevi, İstanbul, 238 s., 2003.diğer basımları2.b, 3.b: Remzi Kitabevi, 2.b:[2005], 3.b:[2007].Ulya : Ege'nin kıyısındaKırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 140 s., 2010.
Köksal, H.K. (2019).