4 Kasım 2022 Cuma

ŞERAFETTİN MAĞMUMÎ'nin AYVALIK ve CUNDA GÖZLEMLERİ (1894)

Günlük ya da seyahatnamelerinde Ayvalık'a yer vermiş yazarlar içinde, -sanırım- üzerinde en çok çalışma yapılan kişi Dr. Şerafettin Mağmumî Bey'dir [1]

Kanımca bunun en büyük nedeni: yazarın Kahire'ye yerleştiği dönemde yayımladığı "Seyâhat Hâtıraları I: Anadolu ve Suriye’de" adlı eserinin (Şerafettin,1908); "Bir Osmanlı doktorunun anıları: yüzyıl önce Anadolu ve Suriye" (Şerafettin,2001) ve "Yüzyıl Önce Anadolu ve Suriye: Bir Osmanlı Doktorunun Seyahat Anıları" (Şerafettin,2008) adlarıyla Türkçe çevirilerinin yayımlanmış olmasıdır. Ayrıca anılan eserin, "Anadolu ve Suriye'de seyahat hatıraları" (Şerafettin,2010) adıyla da  2010 yılında tıpkı baskısı yapılmıştır.

Yine kanımca, Mağmumî'nin Ayvalık'ta bu derece tanınmasının en önemli nedeni; Neriman Şahin Güçhan tarafından 2008 yılında yayımlanan "Tracing the memoir of dr. Şerafeddin Mağmumi for the urban memory of Ayvalık" (Güçhan,2008) adlı "çok güçlü" makaleden kaynaklanmaktadır. Güçhan bu makalesinde, "bir mimari biçimler birlikteliği olan şehri", yaklaşık yüz yıl önce Şerafettin Bey'in yazdığı Ayvalık gündelik hayatı ile birlikte analiz etmiştir. 

Dr. Şerafettin Bey, Gülhane Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriyyesi’nden 1894 yılında tabip yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra  Haydarpaşa Hastanesi’nde göreve başlar. Ve hemen hemen o tarihlerde zirveye ulaşan "kolera salgını" nedeniyle kurulan sağlık heyetinde görevlendirilir. 

Doktor bu görevin son üç haftasını Ayvalık'ta geçirir. 24 Aralık 1894 ile 11 Ocak 1895 tarihleri arasında geçen o üç haftaya dair seyahat notları aracılığı ile de bizler, şehrin yaklaşık 150 yıl önceki "gündelik hayatı" hakkında bilgi sahibi olmaktayız. 

Şerafettin Bey'in yazdıklarına geçmeden önce, o tarihlerde yaşanan kolera salgınının arka alanını kısaca anımsamakta yarar görmekteyim.

1893-1895 Kolera Salgını ve 
Mağmûmî'nin Kolera Heyetinde Görevlendirilmesi
1893-1895 yılları arasında neredeyse tüm Osmanlı coğrafyasını etkisi altına alan kolera salgını, 1892 yılında Kuzeybatı Hint eyaletlerinde ortaya çıkmış, buradan dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. Hastalık hem Rusya üzerinden hem de daha etkili olarak Hicaz’dan hac yoluyla Osmanlı topraklarına ulaşmıştır. Nitekim 1893 yılında Hicaz’da yaşanan salgın, o tarihe kadar ortaya çıkmış olan en büyük ve en şiddetli olanıdır. Bu salgında, değişik kaynaklarda farklı sayılar ortaya konulmakla birlikte, 30.000-40.000 civarında hastanın hayatını kaybettiği anlaşılmaktadır (Menekşe,2020:391).

(resim.2) Dr. Şerafettin yirmili yaşlarının
başında (kaynak: marasavucumda.com)
Osmanlı Devleti, İmparatorluğun sağlık işlerini yönetmek için Bongowsy [Bonkowski] [2]adındaki bir yabancıyı işbaşına getirmiş ve kendisine bir de paşalık rütbesi vermiştir. Genç doktor Şerafettin Mağmumi bu kadro içinde kolera ile savaşmak için önce Bursa-Balıkesir bölgesine, ikinci kez Adana, Adıyaman, (Kahraman) Mer'aş, (Gazi) Antep, Haleb, Beyrut ve Şam'ı kapsayan bölgeye (bu kez Grup Başkanı ve müfettiş olarak) gönderilmiştir. Genç doktor gittiği yerlerde yalnız kolera değil, kanlı diarhea, dizanteri, tifo ve bulaşıcı olan veya olmayan bütün hastalıklar kol gezmektedir. Atrandos'ta (Orhaneli) dağ köylerinde yediden yetmişe kadar frengili insanlar vardır. Ama Adana'daki hastanede ne doktor ne de ilaç bulunmamaktadır. Çukurova'da insancıklar pamuk tarlalarında böcekler gibi dökülüp gitmektedirler. Hacı, hoca ve müftü takımı, çağdaş hekimliğe karşı çıkmaktadır. Kentler pislik içindedir. En büyük kentlerde ilaç bulunmazken Fransızların, Amerikalıların hastaneleri vardır. Adana kırkbin nüfusludur ve orada lağımlar sokaklarda akar. Adana'nın ilçesi Tarsus'ta günde 15-20 kişi koleradan ölür, ölüleri gömecek insan bulunmaz. ... Bir kentten ötekine gitmek işkencelerle dolu bir serüvendir. Ne Adana'da ne de Balıkesir'de yol yoktur. Dolandırıcı, yabancı müteahhitler yolları bozup kaçar giderler ve devletin elinde olanlara yaptırım yapmak gücü yoktur. ... Yerel yönetimler birçok ilde cahillerin elindedir. Devlet ise, kolera ile mücadele için gönderdiği doktorun yol parasını ödeyemez (Şerafettin,2002:10-11).

(resim.3) Seyahat Hatıraları'nın 1909
yılında Kahire'de yayımlanan
birinci baskısı


Mağmûmî, böylesine kaotik durumların yaşandığı bir ortamda, R.28 Ağustos 310 (9 Eylül 1894) sabahı Haydarpaşa Hastanesi'ndeki görevine gider ve Sıhhiye Dairesi'nden gelmiş, arkadaşı doktor Agop Efendi ile birlikte kolera mücadelesi için Bursa'ya gideceklerini bildiren bir davet yazısı ile karşılaşır. Dahiliye Nezareti'ne gider, yolluğunu ve emir yazısını teslim alır. Hiç bir hazırlığı olmadığı için oradan Mahmutpaşa'ya geçer ve bir yol çantası alarak evine döner. Ertesi sabah erkenden kalkar. Doktorun "halkı koleralı bir yere" gitmesinden dolayı "mükkeder" olan hane halkının uyanık olanları ile vedalaşır ve Üsküdar iskelesinde "yoldaşı ve hizmettaşı" Agop Efendi ile buluşur. Onları Mudanya'ya kadar taşıyacak olan "İdare-i Mahsusanın Necd (Necid)" adlı vapurun güvertesinde, Bursa'da kurulacak olan "Karantina Evi"nin müdürü Reşat Bey ve yine orada görev yapacak "sıhhiye gardiyanları" (hasta bakıcıları) ile tanışırlar (Şerafettin,2022). 

Mağmûmî, Bursa'nın birçok köy ve kasabasını teftiş eder. Bu teftişleri sırasında bazı yerlerde, karşılaştığı değişik hastalara tedavi de uygular. 5 Aralık 1894 günü, on dört gündür bulunduğu Bandırma'dan Balıkesir'e doğru yola çıkar. 

Yol oldukça çileli geçer. Bandırma'yı 6 km geçtikten sonra başlayan ve yeni onarılan "şose" üzerinden yolculuklarına devam etmek isterler. Ancak yollarını şoseden sürdürmeleri mümkün değildir. Bize bu durumu Mağmûmî şöyle anlatır: 
"[ç]ünkü onarımı yükümlenen mültezim (Müteahhit) Mösyo Goldenberg, her 5 kilometrenin dördünü bozarak kırma taş yaptırmış ve küme ile konik biçiminde oluşturmuş olduğu halde kumu dökülüp silindiri çekilemediği için yürümek olanağı yok. Çakıl taşı üstünde ne hayvanlar adım atabiliyor, ne araba yürüyor. Yükümlendiği işi yerine getirmeyerek onarımı bitirmeyen ve yolu yüzüstü perişan bir halde bırakan ve bunu beceremediğini unutarak Mihalıç'tan Bandırma'ya kadarki şosenin de yeniden inşasını yükümlenen müteahhit cenaplarına her dakika, arkasından söylemediğim söz kalmıyor" (Şerafettin,2022:113).

Bu zor yolculuk "Susgırlık" (Susurluk)'ta tamamlanır. Mağmûmî, gece bir hana gider ve odasına girer. Mağmûmî, o gece kalacağı yeri şöyle betimler: 
"Hanın odasında bir yataklık ile bir de alaturka minder vardı. Yere kaba hasır serilmiş. Bir de saç mangala ateş doldurup getirdiler. Fena halde acıktığımdan aşçıdan yemek ısmarladıysam da ekmeğinden başkasını yiyemedim" (Şerafettin,2002:115).

Ertesi sabah kasabadaki incelemelerini tamamlarlar ve Balıkesir'e doğru yola çıkarlar. Buradaki "şose" oldukça iyidir. Mağmûmî bize, bu yolun inşasına Mihalıç şosesi ile aynı tarihlerde başlandığını ancak müteahhit Sacid Efendi'nin başarı ile işini tamamladığını anlatır. Mağmûmî, "Sultan Çay" köyünden geçerken buradaki boraks madenlerinden ve çalışma koşullarından da söz eder. Akşam ezanı okunurken Balıkesir'deki oteline yerleşir.

Mağmûmî, aralık ayının 18. günü  saat üç buçukta Balıkesir'den Edremit'e doğru yola çıkar. Yol oldukça düzgündür. Hatta Mağmûmî o kadar rahat yol almaktadır ki, bölgedeki yerel değimleri sayar ve bir başka kasabadaki yerel sözcükleri birbiri ile kıyaslar. Ancak yol bir anda "berbat" bir hal alır. Ve Mağmûmî bu perişan yolu yapan kişiyi soruşturduğunda aynı adla karşılaşır: "Mösyo Goldenberg". 

Mağmûmî, 19 Aralık akşam saatlerinde Edremit'e varır ve "[o]n beş gün önce açılmış, döşemesi ve her şeyi yeni ve gerçekten mükemmel bir otel" bularak yerleşir. Kuzu etinden oluşan akşam yemeğini yiyerek güneş batımında yatağa girip uyur. Ertesi sabah 10'da, yorgunluğu gitmiş, vücudunun çevikliği yerine gelmiş ancak burnuna yapışan bir nezle ile uyanmıştır. Mağmûmî, iki gün sürecek Edremit günlerini hiç sevmez ve okurlarına şöyle yakınır: 
"[s]eyahatim sırasında Edremit kadar, hiçbir yer beni sıkmadı, nedenini düşünüyorum, bulamıyorum. İki günde hekimlik işleri bitti. Görüşecek kimse yok. Bir yerde bir gazete bulamadım ki gidip de oyalanayım. Can sıkıntısından adeta bunaldım. Ayvalık'a geçmek için vapur gününe kadar adeta saat değil dakika sayıyorum" (Şerafettin,2002:134).

Ancak "dakika sayması" hiç fayda etmez. Zira, Ayvalık vapuru daha Akçay'a varmadan gelen bir telgraf Mağmûmî'nin programının değişmesine neden olur. Telgraf; bir süredir şiddetli çiçek hastalığı salgını yaşanan Midilli/Molova'dan Kemer (Burhaniye)'e bir kayık geldiğini ve içindeki kişilerin "ihtilattan yasaklandığını" (kıyıya çıkmalarına izin verilmediğini) bildiriyordur. 

Bunun üzerine Şerafettin Bey, Edremit'li tüccar Muharrem Bey'in sağladığı bir yaylı ve makaslı at arabası ile Kemer'e doğru yola çıkar. Kemer'e vardığında bir hana gider ancak burası, insan barınamayacak kadar kötü bir yerdir. Orada kalmaz ve kasabada yer araştırırken tüccar Ahmet Efendi'nin konağında bir "konuk dairesi" olduğunu öğrenir. Mağmûmî iki gün kalacağı bu odayı, okurlarına şöyle betimler:
"Bu konuk dairesi Ahmet Efendi'nin konağı karşısında ayrı selamlık gibi bir şeydi. Üç odadan ibaret. Biri benim girdiğini, tabanı hasırla örtülü, kerevetli uzun bir minder, masa üstünde ufak bir ayna. Üstünde bir çalar saat asılı. Nargile, çubuk vb. ufak tefek gereçler. Konuk ne ararsa bulacak. Öteki iki odanın tefrişatı bayağı derecede olup yerleştirilen yolcular ile orantılı. Ben orada iken köylere cerre gitmek için gelmiş sekiz on "talebe-i ûlum" bu odalara yerleştirilmişti. Konuklara hizmet etmek üzere özel bir de hizmetçi var. Yolcunun beygiri filan olursa çekmek için alt katta bir de ahır bulunduğunu odayı kaplamış (olan) gübre kokusundan anladım. Kemer'de (Burhaniye) kaldığım üç gün sırasında gördüğüm ikramdan dolayı evsahibine sonsuza kadar minnettarım. Sabahları mangal ateşle doldurulup getirilir. Öğle ve akşam iki tabla yemek gelir. Birini softalara birini benim odama koyarlar. Konuğu olduğumuz Ahmet Efendi de çoğu kez sofrada bulunarak birlikte yemek yer(iz)" (Şerafettin,2002:135).

Mağmûmî, odasını ve kendisine gösterilen misafirperverliğe ne kadar minnet duysa da, yine de yakınmasına neden olacak bir durum yaşar. O durum yemeklerde kullanılan "zeytinyağı" konusudur. 

Yazar zeytinyağı konusundaki duygularını bize şöyle ifade eder:
"Yemeklerin hepsinin zeytinyağı ile pişirilmiş olmasından dolayı yakınacak olursam nankörlüğüme verilmez sanırım. Esasen zeytin yağından hoşlanmayan İstanbul'da bile zeytinyağlı yemeği ancak tadan bir kimse yumurtadan, kuzu etinden tutunuz da pilavına, helvasına varıncaya katlar zeytinyağı ile pişirilmiş yemekler karşısında bulunursa ne derece sıkıntı çekeceğini düşünmeli ve yakınmasını bağışlamalı. Hele yemeklerin sıcak olması da başka! Aslında yağları şerbet gibi. Neylersin ki alışılmamış. Zeytinyağsız olarak yalnız türlü çorbası vardı. Yani tarhananın fasulya, nohut, havuç ve lahana ile karışık olarak pişirilmesinden oluşan bir aş. Buna en çok kaşık daldıran ve en son bırakan ben oluyordum. Okulda iken Giritli arkadaşlarımız vardı. "Memleketimizde eti zeytinyağı ile pişirirler." diye söylerlerdi de hem gülerdik hem de tuhafımıza giderdi. İşte şimdi sofrasında bulunduk. Araştırınca anladım ki Kemer (Burhaniye) ve Edremit taraflarında sade yağ kullanımı çok az olurmuş. Herkes kendi ürünü olan zeytinyağını kullanırmış. Ahali o kadar alışık ki Belediye Başkanı İstanbul'a gidip elindeki egzamadan dolayı hekime muayene olmuş ve bazı şeylerle birlikte zeytinyağına perhiz etmesi söylenince "Her şeyden vaz geçerim. Fakat zeytinyağsız edemem." demiş. Son gecesi ilçe kaymakamı Hüsnü Beyefendi akşam yemeğine davet ettiler de sade yağlı yemekler yiyebildim" (Şerafettin,2002:135-136).
 
Mağmûmî ertesi sabah belediye başkanı ile birlikte sahile varır. Burada Molova'dan gelen ve bir tür karantinada tutulan kayıktaki kişileri muayene eder ve gerekli önleyici tedavileri uyguladıktan sonra, "yarım saat kuzeye giderek deniz kenarında ve üç tepeden ibaret ve yerli halkın "Yapı" (burası Ören olmalıdır) dedikleri eski Edremit kenti harabelerini" gezerler. Doktor bölgeyi okurlarına şöyle anlatır:
"Kale bedeni gibi duvarları çok büyük küpler, çanak çömlek kırıntıları vardı. Şimdi kara ortasında kalmış (olan) rıhtım kalıntılarına bakılınca o zamanlar denizin daha içerilere kadar uzadığı ve daha sonra sellerin, çayların dağlardan indirdiği çöküntülerle yerin dolarak denizin çekildiği anlaşılıyordu. Harabe arazisi ahalinin mülkiyetinde olup birçok palamut ağacı yetiştirilmiş ve gereğinde inşaat için de taşları götürülmüştür. Bu kadar kazılar yapıldığı halde yazılı bir taş ve değerli maden çıkmamıştır" (Şerafettin,2002:136).

Doktor, Kemer'den artık iyice sıkılmıştır. Ayvalık'a gitmek için "... şosesiz altı saat yol zahmeti çekmektense her hafta Edremit'e ve Kemer'e (Burhaniye) gelip sonra Ayvalığa uğrayarak İzmir'e dönen Hamidiye ve Victoria vapurlarından biriyle ..." gitmeye karar verir. Ancak "... bir yandan işsizlik sıkıntısı bir yandan şiddetli lodos fırtınasının çıkması ve sürmesi münasebetiyle ..." arabayla gitmeye karar verir. Gelişinin dördüncü güne rastlayan 23 Aralık günü "... bardaktan değil belki küpten boşalırcasına inen yağmurda ..." arabaya binerek Ayvalık'a doğru yola çıkar.(Şerafettin,2002:138).

Çok kötü bir yolculuk başlamıştır. Doktor, arabanın içine giren yağmur nedeniyle sırılsıklam bir halde yoluna devam eder. Bir süre sonra Karaağaç köyünün yanından geçerek "Emrud Âbad" ovasına varır ve yarım saat kadar burada durup "birkaç sıradan hastayı muayene" ettikten sonra yollarına devam ederler. Nihayet Mağmûmî, yedi saat süren bir yolculuktan sonra "... duvarlarla çevrili bahçeler ve bostanlar önünden geçerek ..." Ayvalık'a varır (Şerafettin,2002:139).
 
Mağmûmî Ayvalık'ta...
Bunca sıkıntılı yolculuktan sonra Ayvalık'a varan doktorun bindiği araba, "[s]okakların darlığı nedeniyle ... handa durmak zorunda kalınca eşyaları hamala yükleyip "Burgala" oteline ..." doğru yürümeye başlar (Şerafettin,2002:139). 

(resim.4) Annuaire des commerçants de Smyrne
(1893) yıllığımda yayımlanan "Hotel Georgala"
reklamı. (kaynak: Köksal,2017)
Yazar -büyük olasılıkla-, şehrin kuzey yönündeki ikinci girişi olan "dereboyu" üzerinden Ayvalık yönüne dönmüş ve bugün Talat Paşa Caddesi adını verdiğimiz yoldan deniz yönünde ilerleyerek, -yine- bugün yerinde Süner Pasajı'nın inşa edildiği arsada bulunan "büyük hanın" önünde arabadan inmiş olmalıdır. Orada bekleyen ve eşyalarını yüklenen bir hamalın eşliğinde bugünkü Yapı Kredi Bankası'nın yanından devam ederek Gazinolar Sokağı'na kadar yürümüş ve köşede bulunan Jacovos G. Moura tarafından işletilen "Hotel Georgala'da kalmış olmalıdır.

Ardından yazar, "[s]andığı sepeti yerleştirip biraz dinlendikten sonra [hemen] gazinoya" inmiş, burada biraz zaman geçirdikten sonra karnı acıkmış ve "saat ikiyi bulunca (saat 20.00) müşteriler dağılmaya başladığından ... arkalarından [çıkmış] ve dört adımlık uzaklıktaki lokantada yemek yiyerek" gazinoya geri dönmüş olmalıdır (Şerafettin,2002:139). 

Güçhan makalesinde, yazarın kaldığı "Burgala oteli"ni bugün Belediye hizmet binası olarak yeniden işlevlendirilen ve XX. yüzyılın hemen başlarında otel olarak hizmete açılan bina olabileceğini ileri sürmektedir (Güçhan,2008:60). Bu sav, daha sonra Güçhan'ın makalesini kullanan birçok çalışmada da yer almıştır.

(resim.5) Şerafettin Bey'in kaldığı otel ve kullandığı "gazinolar"
1. Kafe Nisiotis | 2. Birleşik (ikiz) Kafeler | 3. Birleşik Kafeler terası | 4. Kafe Kanello
5. Stelios Voirkado'nun Çardağı (gölgeliği) | 6. Belediye Binası | 7. Suriyeli'nin Kafesi
8. Hacı Kampuri'nin Ayakkabı Mağazası | 9. Iakovos Moura'nın oteli ve restoranı
19. Eski balıkhane ve balıkçılar | 20. Gümrük | 21. Bugün yerinde Ayvalık Palas bulunan
Ticaret Kulübü 
(Psarros,2017:172) (çeviri: H.K.Köksal)

Oysa anlatılan sürelerde belirtilen rota ve eylemlerin, o tarihlerde şehrin oldukça dışında bulunan "Yorgala Han" ve çevresindeki mekanlar arasında gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. O nedenle, yazarın "Burgala oteli" dediği mekanın, bugün Belediye başkanlık binasının arkasındaki adada olan ve ve o yıllarda Jacovos G. Moura tarafından işletilen "Hotel Georgala (Ξενοδοχείον Γεοργαλα)" olması gerekmektedir (resim.4 ve resim.5) (de Adrian ve Nalpas,1893:411; Köksal,2017; Psarros,2017:172). 

Büyük olasılıkla mekanların karışmasının nedeni, doktorun ilerleyen sayfalarda Ayvalık'ı tanıtırken yazdığı "Hükümet Konağı'nın karşısında mükellef bir şekilde yapılmış “Burgala” hanı." bilgisi olmalıdır (Şerafettin,2002:142). Zira Hüseyin Avni Baskın'ın belediye başkanlığı döneminde başlayan cadde açma çalışmaları sırasında yıkılmış olan hükumet konağı binası, o tarihlerde daha inşaatına başlanmamış Hamidiye Camisi ile Yorgala han arasındaki parselde idi. 

Mağmûmî'nin tuttuğu günlüğe tekrar dönersek, yazar sandığını, sepetini odasına yerleştirip biraz dinlendikten sonra, "... onbeş günden beri okuma lezzetinden mahrum (kaldığı) İstanbul gazetelerinin birini bulmak" maksadıyla otelden çıkar ve bir gazinoya doğru yönelip içeriye girer (Şerafettin,2002:139). 

Şerafettin Bey neredeyse bir ay sonra oldukça "ihtişamlı" bir gazinodadır artık. Buradaki hislerini okurlarına şöyle anlatır:
"Beyoğlu'nun doğu yolundaki ... birahanelerin iki katı büyüklüğünde, duvarları tablolar, aynalar süslü ve "Olimpia" adı ile ünlü bu gazinonun yabancılık münasebetiyle bir köşesine ilişip kolalı gömlek giymiş kar gibi beyaz önlüklü garsonlardan birini çağırarak gazete sordum. Türkçe olarak "İkdam" bulup getirdiler. Çay ile dilimi, midemi ve okuyarak gözlerimi ve beynimi memnun etmeye başladım. Bir tarafta ince saz takımı kâh alafranga kâh alaturka parçalar çalıyor, hınca hınç dolmuş olan halk da konyak ve rakı kadehlerini yuvarlıyordu. ... Alaturka gece saat ikiyi bulunca (saat 20:00) müşteriler dağılmaya başladığından ben de arkalarından çıktım ve dört adımlık uzaklıktaki lokantada yemek yiyerek döndüm ..." (Şerafettin,2002:139). 

Özellikle duvar aynaları hakkındaki bilgiden yola çıkarak, "Olimpia" adlı gazinonun bugünkü "Şehir Kulübü (Yörük Mehmet'in Yeri)" olduğunu söyleyebiliriz.

Mavi diz çoraplı, siyah şalvarlı erkekler... 
badem sübyesi... keras!... ayva!... 
zeybek oyunu... yılbaşında oynanan kumar...
Okurlar anımsayacaktır; bu derme çalışmasının daha önceki bölümlerinden biri olan Ambroise Firman-Didot'nun 1819 yılı anılarında Ayvalıklı kadınların giyim tarzlarını ve gündelik hayatlarını öğrenmiştik (Köksal,2022.a). Doktor Şerafettin Bey de bize, Ayvalıklı erkeklerin 1894 yılındaki giyim tarzlarını ve kısmen de olsa gündelik hayatları hakkında bilgi vermektedir.

Lokantada karnını doyuran doktor tekrar gazinoya geri döndüğünde kalabalık içinde olsalarda, kendisini karşılamaya gelen iki "hükümet memurunu", giyim tarzlarına bakarak hemen ayırt eder. Gazinodaki Ayvalıklı erkeklerden oluşan kalabalığın kıyafetleri ise şöyledir: 
"...gazino müşterilerinin yarısı siyah şalvarlı, mavi diz çoraplı, fesleri devrik, iri püskülleri omuzlara yatmış başın hareketinde enseyi dövüyordu. Öteki yarısı da kapela [hkk.- keçe veya kumaştan yapılan bir tür siyah başlık.] giymişlerdi..." (Şerafettin,2002:140). 

Doktor seyahatnamesinde, bu gazinoları kullanan müşteriler ve onların davranışları hakkında da bilgiler verecektir. Ancak önce bir şaşkınlığını dile getirir:
"Buranın ahalisi Hıristiyan olduğundan Beyoğlu gibi kadın erkek karışık olarak gazino ve sokaklarda bulunacağını umuyordum. Halbuki, yanlış olmasın ama çarşı ve pazarda erkekten başka bir yaratık görmeyince şaşırdım ve soruşturdum. Kadınların erkekleriyle birlikte ve (ya da) yalnızca, süslenerek dışarı çıkmaları ayıpmış." (Şerafettin,2002:143)

Şerafettin Bey, seyahat yazılarının değişik bölümlerine dağılmış halde de olsa Ayvalık'ın erkek ahalisi hakkında, bize şu bilgileri verir:
"Ahalisi olağanüstü içki tutkulusu geceleri saat beşe altıya (saat 23-24) kadar kadeh oynatıyorlar. Böylece hepsi izbandut gibi iri yarı adamlar olup zayıf, cılız bir kimseye rastlamadım desem doğrudur. Bunu da iklim ve havanın ılımlılığına ve sağlamlığına yormaktayım" (Şerafettin,2002:143).

"Yerli ahali de olağanüstü ikramcıdır. Hatta o derecedir ki gazinolara gidemez oldum. ... Yanı başımızdaki masada on beş yirmi kişi halka gibi olup içki içiyorlar. Garson gelip onlardan birini göstererek "Keras!" ettiğini ve ne içeceğimizi sordu. Önce kahveler ve çaylar alınmış olduğundan somata yani badem sübyesi ısmarladık. Keras ikram demekmiş. Şerefinize, sağlığınıza deyimlerinin burada eşi olan "Ayva" sözcüğüyle içtik. Arkası kesilmiyor. Başladı her kez her birimize ikişer kupa Somata gelmeye, biz de karşılık vermekte kusur etmedik. Ama bizimkisi üç kerasta bitti. Onlar yirmi kişi. Bir kişi de iki takım ısmarlıyor. Masanın üstünde iki üç tepsi dururken biri daha gelmeye başladı. ... Ayvaya filan bakmayarak birer yudum ile bırakmaya başladık. Bu sırada Somatayı Konyağa dönüştürdük. Bir yandan da ince saz takımı yine şerefimize olmak üzere tekrar tekrar alaturka parçalar çalıyordu. ... Ne ise saat beşe gelip kerasın da bir kaç dakika ara vermesi uzayınca dışarıya çıktık. Hem de fırlarcasına çıktık. Bir iki gün midemi düzeltemedim" (Şerafettin,2002:144-145).

Şerafettin Bey bu derece fazla içen halkın gazinolarda geçirdikleri zamana dair de bize bilgiler vermiştir. Bu bilgilerin başında, kendisini de şaşırtan davranışları ikişerli oynadıkları "zeybek dansı" ve çalgıcılara verdikleri bahşiştir. Bu durumu şöyle anlatır:
"Gazinolarda yabancıların dikkatini çeken ve şaşırtan bir şey varsa o da halkın ikişer ikişer kalkıp o kalabalığın içinde Zeybek oynaması idi. Bitince çalgıcılara bahşiş veriyorlar. Bu bahşiş işinde de bir tuhaflık var. Yerel adet gereğince herkesin önünde çalgıcılara bir lira atılırsa onun bir mecidiyesi, alıkonularak üst tarafı gizlice sahibine geri verilirmiş! Pazar ve yortu geceleri bu oyunun arkası alınamadığından çalgıcılar yalnız bir hava çalmakla vakit geçirirler. Oyun oynandığı geceler çalgıcıların yüzleri güler, mutlu olurlar" (Şerafettin,2002:145). 

Doktorun yazdıklarından yola çıkarak, en azından yılbaşı geceleri de olsa halkın "kumar oynama" heveslisi olduğunu öğrenmekteyiz. Şerafettin Bey, büyük olasılıkla "Olimpia" gazinosunda geçirdiği, 1894 yılını 1895'e bağlayan yılbaşını şöyle anlatır:
"Yılbaşı gecesi sabaha ve gündüzün akşamına kadar kimsede çalgı dinleyecek hal yoktu. Herkes ayak oyununu para oyununa çevirerek ihtiyarından gencine, zengininden fakirine varıncaya kadar her masa başına bir sürü halk toplanmış, talih denemesi için kumar oynuyor ve her devirde belli bir parayı gazinocuya verdiğinden şimdi de gazinocuların sevinçten dudakları kulaklarına varıyordu. En çok kazanan gazinocular idi" (Şerafettin,2002:145). 

Şehrin coğrafi durumu ve nüfusu hakkında bilgiler...
Doktor Mağmûmî, Ayvalık şehrinin coğrafi durumu hakkında da bilgiler vermektedir. Onun yazdıklarına göre 1894-1895 yılı Ayvalık'ının coğrafi durumu şöyledir:
"Hüdavendigâr (Bursa) ilinin ve Karesi (Balıkesir) livasının batı sınırında ve yöresinde yalnız bir köyü olan Ayvalık ilçesinin merkezi olup il merkezine elli dört, Midilli'ye denizden iki ve İzmir'e de denizden on saat uzaklıktadır. Havuz biçiminde bir koyun kenarında ve üç tepenin Adalar Denizi'ne bakan yamacı üstünde kurulmuş olup yirmi binden artık nüfusu vardır. Ahalisi kâmilen (tümüyle) Rum olup memurlar ve askerler ile otuz kırk haneden oluşan kıptiler dışında islam ve bir tek haneden başka Musevi yoktur. O da kentin tek lostracısıdır." (Şerafettin,2002:141-142). 

Şerafettin Bey'in verdiği bilgilere ihtiyatla yaklaşmak gerekse de, yukarıdaki "Ahalisi kâmilen ... Rum olup memurlar ve askerler ile otuz kırk haneden oluşan kıptiler dışında islam ve bir tek haneden başka Musevi yoktur. O da kentin tek lostracısıdır." bilgileri önemlidir. 

Bunlardan ilki; -şüphesiz yazılanlara karşı "ihtiyatımı muhafaza ederek" yaklaşsam da- varlıkları XV. yüzyıla dayanan şehirdeki Romanların, "taife-i gebran" değil Müslüman olduklarına dair bilgidir. Diğer bilgi ise; ekseriyeti Ortodoks, az sayıda Müslüman ve XIX. yy sonuna doğru yerleşen bir iki hane Katolik dışında (Köksal,2022.b:158) başka bir cemaate dair bilgimiz olmayan Ayvalık'ta, dört ya da beş kişiden oluşmuş bir Musevi ailesinin de bulunduğudur. Doktorun anlattıklarına göre üstelik bu ailenin kimi üyeleri, şehirdeki "tek" ayakkabı onarımı ve bakımı işini yapan esnafıdır.

Sarmısak taşı... binalar ve sokaklar... 
şehrin "tıbbi topografyası"...
Mağmûmî, sarmısak taşını şehrin en önemli yapı gereci olarak görür ve bu taşı okurlarına şöyle tanıtır: 
"Arazinin taşlık olması ve koyun karşısında yerli gereksinmelere yettikten sonra İzmir ve İstanbul'a gönderilip ihraç edilecek kadar "Sarımsak Taşı" denilen ve soluk pembe daha doğrusu karaciğer renginde bir taşın çıkması nedeniyle kentin bütün mahalleleri ve evleri taştan yapılmıştır. Ahşap ne bir dükkân ne bir hane vardır. " (Şerafettin,2002:142). 

Şerafettin Bey'in şehre dair gözlemlerinde yer alan taş binalar belki iyidir ancak, bunların sıkışık inşa edilmeleri ve dar sokaklar oluşturmaları da eleştirisini almıştır:
"Evlerin çoğu pancurludur. Sokakların, iki üç caddesi dışında hepsi araba geçemeyecek kadar dar ve bir iki metre genişliğinde olması ve buna ek olarak hanelerin bahçelerinin olmayışı Ayvalık'a tek parça bir bina görüntüsü veriyor. ... Sokakları dar olmakla birlikte çoğu düz ve koşut." (Şerafettin,2002:142) (hkk.- baskıdaki yazım hataları aynen alınmıştır.). 

Ancak doktor, bu dar sokakların kaldırımlı ve temiz oluşlarına da vurgu yapar: 
"... Kıpti mahalleleri dışında ötekilerin kaldırımları mükemmel ve temizdir. Şimdiye kadar sokaktan çamursuz buradan başka yer görmedim. Hele sokak köpeklerinin olmayışı temizliğin sürdürülmesini sağlıyor." (Şerafettin,2002:142).  

Şerafettin Bey Ayvalık'ta geçirdiği günleri anlattığı bölümün sonuna geldiğinde, şehrin tıbbi açıdan kritiğini de yapmıştır. Ona göre Ayvalık şehri:
"... Batıdaki durumu nedeniyle havası ılımlı, temiz olup özellikle yöresinde onlar gibi bataklık bulunmaması iklimsel erdemlerini bir kat artırıyor. Yalnız sokakların darlığı, evlerin bahçelerinin olmayışı rutubet yapmaktadır. Suları kuyu suyu olup temiz ve tatlıdır. Ayvalık'ın sadece bir kusuru vardır ki o da ne genel ne de özel lağım yolları olmamasıdır. Halbuki toprağın durumu bu tür akakların yapılmasına çok uygundur. Bir de sahilde rıhtımı olmayıp hane ve mağazaların çöplüğü haline geldiğinden bundan kurtulunması ve kent içinde kokuşma yapan tabakhanelerin kent dışına götürülmesi, geciktirilmesi doğru olmayan sağlık önlemleridir." (Şerafettin,2002:150).  

Resmi binalar... ibadethaneler ve şehrin diğer yapıları...
Doktor, binalar hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra şehri oluşturan önemli kamu yapılarını okuruna tanıtmaya başlar. Bu binalardan "hükumet konağı"nın yeri üzerine olan eleştirilerini de sıralar:
"Ayvalık'ta pek çok yüksek ve süslü konaklar olup Hükümet Konağı ve üç Askeri Karakolhane Osmanlı şanına yakışacak güzelliktedir. Yalnız Hükümet Konağı'nın kentin tamamiyle dışında ve kıyısında bulunması gibi bir sakıncası vardır." (Şerafettin,2002:142).  

Bugün üzerinden Atatürk Bulvarı'nın geçtiği, Hamidiye Camii'nin yaklaşık önündeki bir parselde bulunan hükumet konağı binasının hem yer seçimi ve hem de kiralanma süreçleri, hatta yaşanan "krizler" çok sayıda resmi belgeye de konu olmuştur.

1894-95 yıllarında Ayvalık'ta bir Müslüman camisinin olmadığına dair bilgilerimiz bulunmaktaydı (Köksal,2022.b:158). Yazılanlardan yola çıkarak Hamidiye Camii'nin yapım kararının alınmasında Şerafettin Bey'in rolü olduğunu öğrenmekteyiz:
"İbadet için Rıza Paşa hanında bir özel yer ayrılmış ise de özel ve düzgün bir cami ve bir okulun hemen inşası orada bulunduğum sırada yerel hükümete bildirildi ve muştulandı." (Şerafettin,2002:142).  

Doktor şehri tanıtmaya devam eder:
"Beldenin içinde süslü kuleli, sanat işi ve büyük kiliseler, eski Mısır mimarisinde erkek ve kız okulları. Hükümet Konağı'nın karşısında mükellef bir şekilde yapılmış “Burgala” hanı. Zeytinyağı sıkılan buharlı fabrikalar, üç dört metre çapında ve küp biçiminde demir tankları bulunan yağhaneler," (Şerafettin,2002:142-143).  

Mağmûmî seyahat notlarında, şehirdeki sağlık yapıları hakkında da bilgiler vermiştir. Burada yazılı bilgilere göre:
"... onbeşe yakın eczane ve bir gureba hastanesi vardır. Bir katlı ve otuz kırk yataklı Ispıtalya yani hastahaneyi gezdimse de sağlık bakımından uygun bulmadım." (Şerafettin,2002:143).  

"Ayvalık'ta hiç hamam yoktur. Eskiden iki üç tane varmış, harap olmuş. Sonra da kimse yaptırmamış. Bunların  kalıntılarını gördüm." (Şerafettin,2002:144).  

Şehrin eğlence yerleri ve otelleri...
Doktor Şerafettin Bey seyahatnamesinde, Ayvalık'ta geçirdiği yaklaşık üç hafta boyunca -ihtimal ki- tümünü kullandığı eğlence yerlerini bizlere tanıtmıştır. Mağmûmî'nin Ayvalık'taki eğlence yerleri hakkında yazdıkları şöyledir:
"Yeni Dünya, Orala, Olimpia gazinoları rıhtım hizasında denize doğru bir uzantı oluşturmuşlar. İki yanlarında parmaklıkla çevrilmiş gezinti yerleri bulunduğu gibi deniz üstünde geniş yazlıkları da vardır. Bu rıhtımın öteki kıyısında oteller ve aralarında lokanta bulunuyor. Telgrafhane de Yeni Dünya gazinosunun karşısında ve deniz üstündedir." (Şerafettin,2002:143).

Şerafettin Bey bu eğlence yerlerini oldukça ucuz bulur. 1894-95 yılına göre buralara ait bir tür "fiyat listesi" şöyledir:
"Önceleri anlattığım çalgılı, gazeteli gazinolarda saatlarce oturup eğlenildiği halde kahve, çay ve somata denilen bir bardak badem sübyesi ve öteki türlü içkilerin birer kadehi bir metelik yani onların Mecidiye otuz üç hesabına göre on yedi para, asıl bizim hesaba göre "on para" idi. ... Çalgısız kahvehanelerde bir metelik içinde kalmak üzere bir baş da tönbeki ikram ediliyor. Tavla oynamak bedavadır. Üç dört kap yemek ve sonunda meyve de yiyip içtiğim halde fiyat mahalli hesapla yedi sekiz kuruştan yukarı çıkmaz ve Mecidiye çeyreği üzerine beş on para geri verilirdi." (Şerafettin,2002:144).

Yazarın oteller hakkında verdiği bilgiler ise şöyledir:
"Eski ve yeni birçok hanla birlikte rıhtım üstünde düzgün ve mükellef iki otel dahi vardır. Dört aylık seyahatim sırasında birçok belde ve kasabadan geçtiğim halde Ayvalık otelinde bulduğum dinlenme olanaklarına ve gördüğüm yetkinliğe başka yerde rastlamadım. Binası, bölümleri ve tefrişatı gerçekten takdire ve kutlamaya değerdi. Bedeli de tersine çok ucuz. Zaten Ayvalık'ta ucuzluk genel bir durumdur." (Şerafettin,2002:144).

"Zaten Ayvalık'ta ucuzluk genel bir durumdur."
Doktor tüm kitabı boyunca çoğu yerleşmelerdeki değişik fiyatlar hakkında okurlarına bilgi vermiştir. Ancak yukarıda da vurguladığı gibi Ayvalık, yazarın verdiği bilgilere göre "çok ucuz bir yerleşme" olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Mağmûmî'nin verdiği bilgilere dayanarak eğlence yerleri ve otellerde ödenen ücretleri yukarıda alıntılamıştım. Doktor bu bilgilerle yetinmeyerek, o tarihlerdeki et ve şarap fiyatlarını da satırlarına taşımıştır: 
"Etin kıyyesi (okkası=  400 dirhem = 1283 gram) mecidiye yirmiden (yirmi kuruş) olmak üzere 3,5- 4.0 kuruştur. Şarap bedava sayılır. Kıyyesi (litresi) bizim hesabımızla yirmi beş okuz paraya olduğu halde müşteri çıkmıyor." (Şerafettin,2002:144).

Şehirden izlenen panorama...
Doktor, manzarasını çok beğendiği Ayvalık'ta "gezmek ve hava almak için" özel bir yer aramayı gerek görmez. Şehri bizlere şöyle anlatır:
"Zihin açmak için deniz kenarına inip gazinoların deniz üstüne çıkıntılı yazlıklarına çıkmak yeterlidir. Boğazları eğri bir yönde olduğundan görülemeyen geniş havuzun, havuzu sınırlayan kırmızı adalar ile ortada beyaz bir kitle oluşturan "Cunda" kasabasının, tepelerinde manastırlar bulunan yarımadaların, batıya doğru ve yılankavi yönde uzayan körfezin oluşturduğu canlı tablolar görmekle doyulacak, bıkılacak şeyler değildir. Ya da kentin arkasındaki tepelerin üstüne çıkıp bir çizgiye sonlanmış ve kanallarıyla çırpınıp duran yeldeğirmenlerinin dibinde durulsa ufuk çemberi ve görüş açısı genişlediğinden seyredenin gözü Ayvalık'ın üstünden atlayıp girişinde mini mini bir adacık bulunan Cunda'nın batı boğazından geçerek görkemli bir dağ gibi görünen Midilli'ye uzanır. Doğuya doğru bakan Edremit körfezini ve tepesi beyaz örtüsü ile örtülmüş Baba sıradağlarını görür. Denize arkasını çevirip durursa göz alabildiğine zeytinlik deryası (görür)." (Şerafettin,2002:146).

Cunda Adası gezileri...
Ayvalık'ta kış ayları yaşansa da, üç-beş gün süren lodosun ardından hava sakinleşmekte ve sanki baharı andırmaktadır. Böylesi günlerin birinde "(y)ılbaşının ikinci pazartesi günü öğleden sonra(sında)" [hkk.-7 Ocak 1895] kendisine refakat eden ve Ayvalık'ta uzun süredir bulunan "hükumet memurları" İzzet ve Zühtü Efendilerle birlikte deniz yoluyla adaya geçerler. Yazar gezilerini şöyle anlatır:
"Yılbaşının ikinci pazartesi günü öğleden sonra İzzet ve Zühtü Efendilerle birlikte "Perme" denilen balıkçı alamanalarına benzeyen kayığa binerek Ayvalık'ın karşısında ve bir buçuk mil uzunluğundaki Cunda adasına gittik. Cunda adasıyla yanındaki yarımada arasında bir boğaz olup vapur buradan Ayvalık'ın doğal limanına girmekte ve çıkmaktadır. Cunda kasabası boğazın başlangıcında kumlu olup batıya bakan bir yamaç üstündedir. Bin beş yüzden fazla hanesi, sanat eseri ve süslü kiliseleri, Ayvalık'a oranla geniş sokakları vardır. "Cunda" eskiden Ayvalık'ın bir bucağı iken sonra Akdeniz Adalan ilinin Midilli Mutasarrıflığına katılarak ilçe haline getirilmiş olup ahalisinin zeytinlikleri hep Ayvalık tarafındadır. 

Vapurların geçtiği boğaz eskiden ancak küçük kayıkların geçebilecekleri kadar sığ iken son zamanlarda yapılan çalışmalarla derinleştirilip iki yakalı fenerler ve fenerler arasına sabit şamandıralar konulmuştur ve şimdi en büyük gemiler bu iki hat arasından kolayca geçmektedirler. 

Kasabayı tamamiyle dolaşıp arkadaşlarımın  bir iki dostuna yeni yıl kutlamasını yapmalarından sonra harap bir yeldeğirmeni bulunan yüksek bir tepeciğe tırmanarak çıktık. Gözlerimizin önünde görünen tablo güzelliğin ve doğa mükemmelliğinin bir örneği idi. Kudret (Tanrı) güzellik vermekte buraya çok eli açık davranmıştı. Bu noktadan "Cunda" adasının sahilleri çepeçevre görülmekte olup doğudan başlayarak, olduğumuz noktada bir kere dönünce yani gözümüzle ufuk dairesini dolaşınca Edremit körfezini, boş insansız adaları, sayılamayacak kadar çok boğaz, körfez ve limanları, Cunda'nın karadan ayrıldığı su geçidini, Midilli Adası'nı ve boş adaları, ayağımızın altında Cunda kasabası ile güneşten akan nurdan elmas gibi parlayan batı boğazını, boğazın girişindeki mini mini Manastır adacığını, batıya doğru uzayan eğri büğrü körfezi martı kadar küçük görülen beyaz yelkenli kayıkları, Ayvalık kasabasını kuş bakışıyla gözledik. Harap değirmen kulesinin etrafında birçok kez dönerek bu panoramayı tekrar tekrar seyreyledik. Güneş al bulut saçaklarıyla donanmış olarak guruba gömülmek üzereydi ki kayığa binip Cunda'dan hareket ettik. Arkadaşlar yarım yıldır Ayvalık'ta oturdukları halde kürekle yarım saat uzaklıktaki bu Cunda adasına gitmemişler. Bugün benim özendirmemle ziyaret ettikleri için mutlu olduklarını söylüyorlardı." (Şerafettin,2002:146-148)

Ertesi gün yeniden Cunda'ya gitmeye karar verirler. Ancak doktor bu kez kara yoluyla gitmek ister ve arkadaşları da kabul eder. Bu sayede, Ayvalık'tan Cunda'ya kara yolu ile gidişin detaylarını  öğreniyoruz:
"Ayvalıktan yürüyerek hareketle doğuya doğru gidip doğal limanı doğudan sınırlayan birkaç yüz metre boyundaki boğazdan geçtik. Bu boğaz adeta deniz içine yapılmış bir kaldırımdan ibaret olup eni üç dört metredir ve deniz yüzünden yüksekliği bir metredir. Üstü taşla döşenmiştir. Burayı geçerek bir yarımadaya vardık. Bu yarımada ile Cunda adası arasında gayet dar ve işaret sütunları olan bir boğazcık vardı. Buradan ancak küçük deniz tekneleri geçebiliyor. 

Bir yakadan öteki yakaya uzatılmış halat aracılığıyla geçen bir sal kömür yüklü develeri taşıyarak hareket etmek üzereydi. Onar para ücretle biz de girip bir kenara iliştik. Üç dakikada çekilerek Cunda adasına vardı. Biraz dinlenerek Cunda kasabasının doğanın oluşturduğu tepeciğine çıktık. O ulu görüntüyü ses çıkarmadan bir kez daha seyrettim. Kasabayı da dolaşıp karadan geri gelmeye ne vücudumuz ne de zamanımız elverdiğinden dünkü gibi kayıkla döndük." (Şerafettin,2002:148) 

Çamlık gezisi...
Şerafettin Bey'in anlatımına göre 1895 yılının ocak ayı olduğu halde, Ayvalık'ta havalar halen bahara öykünmeye devam etmektedir. Ve o günlerin birinde Doktor, "Asker Eczacısı Kolağası Efendi ile birlikte kent halkının genel mesire yeri olan ve Çamlık denilen yeri ziyaret" etmeye karar verir. Bundan sonrasını ondan okuyalım:
"... kent halkının genel mesire yeri olan ve Çamlık denilen yeri ziyaret niyetiyle Ayvalık'tan çıktık. Ispitalyanın (hastahane) önünden geçip deniz kenarından yürüdük. Kâh kumluktan kah ladin ağaçları arasından yürüyoruz. Lodos dalgalarıyla atılıp karada kalarak ölen tabla gibi iri ve pelte gibi yumuşak ve şeffaf deniz çadırlarını (deniz anası) muayene ediyoruz. Sel suları ile toprağı sürüklenerek açıkta kalmış doğal taş yontuları arasından, volkanik araziden kimi lal, kimi yeşil, kimi sarı kimi de gökkuşağı gibi renkli yanık taşlar üstünden geçiyoruz. Çamlığın arasına sokulmuş hazin görüntülü Aya Nikola kilisesine vardık. Orayı geçince bodur ve sık ağaçlı çam ormanına daldık. Arazi volkanik taşlardan jeoloji müzesi biçimini almıştı. Madeni kitlelerden ayrımsanmayan ve her parçası özel nitelikler gösteren demirli, manganezli lavlann donmasından oluşan taş kitleleri ayaklarımızın altında dolaşıyordu. Çamlardan yayılan kokular ve saf havayı soluklayarak, çeşitli maden örneklerini inceleyerek ağaçlar arasından denizi, uzun körfezi, kayaların tepesine takılmış manastırları gözledik. Kısaca her adımda değişiklik, her noktada yenileşen şiirsel doğal görüntüleri seyrederek epeyce vakit geçirdik. 

Güzelliğin maddeleşmiş biçimi denilmeye layık olup dünyada eşi çok az bulunan bu güzel yerde saatlerce değil günlerce, haftalarca, aylarca kalınsa insan kanıksayamaz. Yer dökülen çam yapraklarından bir hali ile döşenmiş, üstü çam dallarından oluşan yeşil bir kubbeyle örtülmüş ağaç sutunlarının oluşturduğu kafesten derya, koylar, adacıklar görülür. Havası güzel kokulu, iklimi ılımlı ve sefa memleketi(evi) temiz havaya, ılımlı sıcaklığa, dingin yaşama, güzel görüntülere gereksinimi olan veremliler ve kan fakirleriyle kentlerin bitip tükenmek bilmeyen gürültüsünden bıkıp usanmış, dar, sınırlı bir yerde durmaktan bezmiş sinirliler için yetkin ve etkili bir şifa yeri de olur. Buraya “Sanatorium”lar, hastahaneler yapılsa ne kadar iyi olacak. Eczacı ile karşı karşıya geçip bu konu üstünde çok konuştuk. Ortaya bir çok görüşler attık. Sonra aynı yoldan dönmemek için içeriye yönelip tepeler, bayırlar aşarak Ayvalık'ın arka tarafından girdik.(Şerafettin,2002:148-149) 

Ayvalık'tan ayrılış...
Şerafettin Bey tüm işlerini tamamlamış ve Ayvalık'ı layıkıyla gezmiş, İstanbul'u da özlemeye başlamıştır. Bekleyiş ile geçen o günlerin birinde Doktor, "... Genel Sağlık Yüksek Müfettişi Bongowsky Paşa Hazretleri'nin yardımcılarından ... Doktor Yulikon Efendi'den bir mektup ..." alır. Ayrıca bu mektupta kendisine verilen "sıhhiye müfettişi başkanlığı" görevinden de bahsedilmektedir. Bunun üzerine Şerafettin Bey oteline gidip bavullarını hazırlar. Ertesi sabah, "[o]cak'ın on birinci sabahı saat üçü çeyrek geçe (Saat 9.15) ... "Pandeon" kumpanyasının "Rumeli" vapuruna" binerek İstanbul'a doğru yola çıkar (Şerafettin,2002:151-152).

Dostluk ve Saygılarımla,

----
DİPNOTLAR
[1] Doktor Şerafettin Mağmûmî Bey, 9 Kasım 1869’da Üsküdar’da doğdu. Asıl adı Eşref Fevzi’dir. Önce Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’nde okudu ve Üsküdar Paşakapısı Askerî Rüşdiyesi’nden mezun oldu. Tıp öğrenimine Kuleli İ‘dâdî-yi Tıbbî Mektebi’nde başladı, burada okurken arkadaşları Abdullah Cevdet, İbrâhim Temo, İshak Sükûtî, Hikmet Emin ile birlikte İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Cemiyetin aynı yıl haziran ayında Edirnekapı’da yapılan ilk toplantısında zabıt kâtibi oldu. 1887’de Gülhane Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriyyesi’ne girdi ve 1894 yılında tabip yüzbaşı olarak mezun oldu. Aynı yıl Haydarpaşa Hastanesi’nde göreve başladı.

1894’te baş gösteren kolera salgını nedeniyle müfettiş olarak görevlendirildi. Bir buçuk yıl kadar kolera yaşanan değişik şehirlerde salgınla mücadele etti. Aynı zamanda buralarda İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin örgütlenmesini de sağladı. 1897 yılında, cemiyet içinde gelişen "ideolojik tartışmalar" sırasında, dönemin örgüt yönetimine karşı muhalif tavır sergiledi.

1901’de Mısır’a gitti ve Kahire’de bir muayenehane açtı. Uzman bir hekim olarak Kahire’de daha sonraki yıllarda büyük şöhret kazandı. Kahire, bu sırada Avrupa’da barınamayan Jön Türkler’in önemli merkezlerinden biri durumundaydı. Cemiyetin Paris ve Romanya kolunun Türklük aleyhindeki söylem ve neşriyatları Şerefeddin Mağmûmî ve arkadaşlarını harekete geçirdi. Kahire’de 1903’te "Türk gazetesi"ni çıkardılar. Akçuraoğlu Yusuf’un bu gazetede 1904’te yayımlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi İstanbul’da ve Osmanlı Devleti’nin diğer merkezlerindeki Türkler arasında milliyet nazariyesinin ilk sesi oldu. Mısır’dan Fransa ve İsviçre’ye birkaç seyahat yaptıysa da I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine Kahire’de İngilizler'in gözetiminde siyasetten uzak bir hayat sürdürmeye başladı. Savaştan sonra da Türkiye’ye dönmedi ve 20 Temmuz 1927’de Kahire’de öldü (Türkoğlu,2019).

[2] Bonkowski Paşa, Osmanlı Devleti’nde kolera ile mücadelenin önemli isimlerindendir. Osmanlı Devleti’ne 1831’de sığınan bir Leh mültecinin oğlu olarak 1841’de doğmuştur. İlköğretimi sonrasında Türk öğrencilerle birlikte eğitim için Avrupa’ya gönderilmiştir. 1868’te yurda döndükten sonra Mekteb-i Tıbbiyede kimya muallim muavini olarak çalışmıştır. Eczacılık alanında önemli çalışmalara imza atmıştır. Bu başarıları onu sarayın kimyacısı yapmıştır. Bonkowski Paşa, kimyayı gündelik hayattaki bazı problemleri çözmek için kullanmıştır. Ancak onu önemli kılan asıl çalışmaları salgın hastalıklarla mücadelede gösterdiği başarıdır. İlk çalışmalarını, 1877-78 Osmanlı-Rus harbi sırasında gelen göçmenler nedeniyle yaşanan salgınlar sırasında yapmıştır. 1892’de Hıfzıssıhha Başmüfettişi olarak görevlendirilmiştir. Salgınların görüldüğü Selanik, İzmir, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Edirne ve Trabzon da görev yapmıştır. Ancak kolera ile mücadeledeki en önemli çalışmalarından biri Küdüs’ten Şam’a kadar koleranın yayılmasını önlemek için verdiği mücadeledir (Arslan,2015:37dn).

----
KAYNAKÇA
de Adrian, Jacob ve Nalpas, Joseph L. (1893).
Annuaire des commerçants de Smyrne et de l'anatolie 1893. İzmir: Imprimerie Commerciale G. Timoni.

Arslan, Enver (2015).
Trabzon vilayeti’nde kolera (1892-1895). (Tez No.: 388382) [Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi].

Baktıaya, Adil (2022).
Doktor Şerafettin Mağmumi’nin Hatıratına Dair Gözlemler: ya hürriyet ya yolsuzluk. Tarih Vakfı Vakfı Toplumsal Tarih Dergisi -(343), 50-58.

Güçhan, Neriman Şahin (2008).
Tracing the memoir of dr. Şerafeddin Mağmumi for the urban memory of Ayvalık. METU Journal of the Faculty of Architecture, 1(25), 53-80.

Günergun, Ayşe Feza (1992).
XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı kimyager-eczacı Bonkowski paşa (1841-1905). Ankara : Türk Tarih Kurumu I. Türk Tıp Tarihi Kongresi'nden ayrıbasım, s. 229-252.

Köksal, Hayri Kaan (2017).
Şark yıllıkları'nda xıx. yüzyılın Ayvalık ve yakın çevresi. 7 Mart 2017.
https://kaankoksal.blogspot.com/2017/03/sark-yilliklarinda-xix-yuzyilin-ayvalik.html
(son erişim: 6.11.2022, 13:19)

Köksal, Hayri Kaan (2022.a).
Ambroise Firmin-Didot'nun Ayvalık'ta geçirdiği iki ay (1817). 29 Eylül 2022.
https://kaankoksal.blogspot.com/2022/09/ambroise-firmin-didotnun-ayvalikta.html
(son erişim: 6.11.2022, 14:47)

Köksal, Hayri Kaan (2022.b).
Şark ticaret yıllıklarındaki bilgiler ışığında Ayvalık ve yakın çevresi (1881-1922). Ayvalık Tarihi Üzerine Akademik Çalışmalar Seçkisi (Ed.) Berrin Akın Akbüber. Ayvalık: Ayvalık Belediyesi, ss.151-187.

Menekşe, Metin (2020).
İzmir'de kolera salgını ve etkileri (1893). Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 39(67), 385-433.

Psarros E. Dimitriu (2017)
Το Αϊβαλι Και Η Μικρασιατική Αιολιδα (Ed. Kostoula Sklaveniti) Atina: Yunanistan Ulusal Bankası Eğitim Vakfı.

Şerafeddin Mağmûmî (1909).
Seyahat Hatıraları (1.b) Kahire: [yayl.y.].

Şerafettin Mağmumı̂ (2002).
Bir Osmanlı doktoru'nun anıları : yüzyıl önce Anadolu ve Suriye (Ed.) Cahit Kayra. (2.b) İstanbul: Büke Yayınları.

Şerafettin Mağmumı̂  (2008).
Yüzyıl önce Anadolu ve Suriye (Ed.) Cahit Kayra. İstanbul: Boyut Yayınları.

Şerafettin Mağmumı̂ (2010).
Anadolu ve Suriye'de seyahat hatıraları (Ed.) Nazım Hikmet Polat. İstanbul: Cedit Neşriyat.

Türkoğlu, İsmail (2019).
Mağmûmî, Şerefeddin (1869-1927): hekim, yazar ve siyaset adamı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (gözden geçirilmiş 3. basım) EK-2. cilt, 167-169.

16 Ekim 2022 Pazar

WILLIAM TURNER'in "Aivallee" ve "Ayiasmati" GÖZLEMLERİ (21-22 Kasım 1816)

William Turner [1], 1811-1829 yılları arasında, Anadolu topraklarında diplomatik görev yapmış, Britanyalı seyyah ve yazardır. Osmanlı coğrafyasında yaptığı yolculuklara dair izlenimlerini, 1820 yılında Londra'da yayımlanan "Journal of a Tour in the Levant" (Akdeniz'de bir seyahatin günlüğü) adlı 3 ciltlik seyahatnamesinde okuyucularına aktarmıştır.

Seyyahın Ayvalık (Aivallee) ve Altınova (Ayismati)'ya ilişkin gözlemleri, 3.cildin 268-271. sayfaları arasında yer almaktadır.

Turner ve ekibi (ya da onun söylemiyle yoldaşları) 21 Kasım 1816 sabahı, saat 10'u 10 geçe, menzilden "otuz altı para" vererek kiraladıkları atlara binerek Edremit'ten ayrılırlar. Bir buçuk saat sonra, "... telaffuzu oldukça zor olan Chootchlooklik [Çıkrıkçı ?] adlı küçük bir köy(ü) ..." geçerler ve saat on ikiyi çeyrek geçe, küçük Kemer (Burhaniye) kasabasına varırlar. 

Turner, orada yaptığı sorgulamada Kemer kasabası hakkında öğrendiklerini bizlerle şöyle paylaşır: "... çoğunluğu Rumlara ait 5 ila 600 [arasında] ev olduğu söylendi, ancak beş cami saydığımıza göre, Türklerin nüfusu da iyi bir oranda olmalı. Kemer, büyük bir bataklık ovada yer alır, kışın köyün etrafı sular altında kalır ve yazın [ise] içinden sığ bir nehir geçer;" (Turner,1820:266).  

Turner ve yoldaşları saat ikide Kemer'den ayrılırlar ve yer yer bataklık haline gelmiş ovayı geçtikten bir saat sonra sol taraflarında bulunan, büyük olasılıkla "Taylı köy" (Tayeli) yerleşmesine gelirler. Bundan sonrasını Turner şöyle anlatır: 
"... küçük bir Türk köyünü [de] geçtik; burada Kemer'li bir Rum duvarcının [yanından] kaçan zavallı bir Rum çocukla karşılaştık, kimin için çıraklık yaptığını, [ondan] nasıl zulüm görerek [çalıştığını] ve [kendisine] günde sadece altı para ödediğini söyledi (bugün yaklaşık 1 penny [eder]). ..." (Turner,1820:267).

Bu yerden, hava kararana kadar sağ taraflarına denizi alarak ve Edremit körfezinin güney tarafı boyunca ilerlerler. Saat üçü yirmi geçiyordur ve "... alçak bir tepeye çıktık, tepenin başlangıcı yoğun kocayemiş (arbutus) ağaçlarıyla kaplıydı, [ardından zamanla] sertleşmiş bir kalker kayanın içinden geçen yol[u izledik]; kayanın, her iki yanından yaklaşık on fit [yaklaşık 3 mt.] derinlikte dar bir yol oyulmuştu; bu dar geçit (Edremit mülki idare sınırının sona erdiği ve Bergama mülki idare sınırının başladığı yerdir,) eskiden soyguncularla ünlüydü, ancak şimdi Edremit ağasının şiddetli mücadelesi ile [onlar] dağıtıldı, bu noktadan itibaren zeytinliklerin devam ettiği yüksek bir ovadan geçtik; [saat] dört buçukta, yakınında bir Türk mezarlığının olduğu, görünüşe göre terkedilmiş, birçok granit ve mermer sütunu ve diğer antik kalıntılar gördüğümüz 150 hanelik bir köyün içinden geçtik; ..." (Turner,1820:267).

Bu köy büyük olasılıkla "Pelitköy" olmalıdır. Turner ve yoldaşları buradaki ovayı, "... Midilli dağlarının güzel manzarasının keyfini çıkar[arak] ..." geçerler ve "... kısa bir süre sonra, küçük olsa da, içinden çok sayıda kervan geçen, [bu nedenle de] dört ya da beş han bulunan [bir] Türk köyü ..." olan "Armutlu'da çeyrek saat" dururlar (Turner,1820:267).

Yazarın "Armootloo" olarak transkripte ettiği yerleşme Gömeç olmalıdır. 

Gömeç'te çok kısa zaman geçiren yazar, doğruluğunu henüz teyid edemediğim önemli bir afet bilgisinden söz eder. Bu afet, 1815 yılında ya da ona yakın bir tarihte gerçekleşmiş bir depremdir. Turner'in bu konuda verdiği bilgi şöyledir:  
"... köyün camisi düzgün ve yeni yapılmıştı [ancak] geçen yıl [meydana gelen] bir depremle yıkılan minaresi, bu yıl Mekke'ye giden Ağa [daha dönmediğinden] henüz tamir edilmemişti. ..." (Turner,1820:267-268).

William Turner Gömeç'teki bu kısa molaları sırasında, "Ayvalık'tan (Aivallee) gelmiş bir Rum'la" tanışır. Turner, bu Ayvalıklının anlattıklarını bize şöyle aktarır: 
"... [Ayvalık'ın] Armutlu'dan iki saat uzaklıkta olduğunu ve en başta, Konstantinopolis'e pamuk, zeytin ve zeytinyağı satan ve 5 ila 6.000 [civarında] hane içeren bir ticaret merkezi olduğundan bahsetti. ..." (Turner,1820:268).

Burada Turner'in, Ayvalık''ı merak etmemesi ve rotasını değiştirerek bu "Konstantinopolis'e pamuk, zeytin ve zeytinyağı satan ve 5 ila 6.000 [civarında] hane içeren bir ticaret merkezi(ni)" görmek istememesi gariptir.

Kafile, Armutlu'dan beş buçukta ayrılır "... ve çeyrek saat sonra karanlıkta, en az 200 ev bulunduğuna ..." karar verdikleri bir köyün içinden geçerler (Turner,1820:268). Gömeç'e yaklaşık 15 dakika mesafede olan bu köy büyük olasılıkla "Keremköy" olmalıdır.

Turner ve yoldaşları, Keremköy (?) yerleşmesinden ayrılırlar ve "Ayiasmati" (Altınova)'ye doğru yollarına devam ederler. Gece karanlığında sürdürdükleri yolculuk, oldukça çetin koşullar altında geçer. 21 Kasım 1816 gecesi yapılan bu yolculuğu Turner, seyahatnamesine şöyle kaydetmiştir: 
"... Gece çok karanlıktı ve yolumuzu kaybetmek, atlarımızdan düşmek vb. gibi olağan zorluklar yaşadık; bir defasında dik bir vadiye girdik ve ürkütücü bir şekilde kendimizi tehlikeli bir uçurumun [hemen dibinde] bulduk; başka bir [olay da] neredeyse yarım saat yolumuzu aradık ve kendimizi ovada uyumaya bırakıyorduk ki, biraz uzaktaki Rum seyisimizin büyük bir heyecanla “ευρηκα, ευρηκα[buldum, buldum] diye seslendiğini duyduk. Dağın altında ve üstünde birçok çoban ateşleri gördük; ..." (Turner,1820:268).

Kafile, önlerindeki dağınık duran çok sayıda çoban ateşini görünce rahatlamış olmalıdır. Artık "Ayiasmati"ye bir saat mesafededirler ve küçük bir binanın yanından geçerler. Bahsedilen yer büyük olasılıkla bir "derbent" olmalıdır. Zira "... [binada] her gece altı ya da yedi muhafız ..." bulunmaktadır (Turner,1820:269). Burası büyük olasılıkla Odaburnu, Çakmak ya da Üçkabaağaç yakınlarında bir derbent olmalıdır.

Nihayet gece "... saat onda, Ayasmati'nin menzil hanına (post-house) ulaşmaktan [dolayı] çok memnunduk, burada rahatça [içecek] konyak bulduk, ama kötü [bir] pilav ve haşlanmış bakladan başka bir akşam yemeği bulamadık; ancak yorgunluğumuz, iyi bir gece uykusu çekmemizi sağladı. ..." (Turner,1820:269).

Turner 22 Kasım 1816 cuma günü uyanır ve seyahat notlarına geçmeden hava durumunu günlüğüne işler: 53℉ (11.67 ℃). 

Kafile Bergama'ya doğru yolculuğuna başlar. Turner, gözlemlerini okurlarına şöyle anlatır:
"... Ayiasmati, denizden bir saat uzaklıkta, altmışa yakın kerpiçten yapılmış evlerden oluşmuş fakir bir Türk köyü; nispeten geniş ve duvarlarla çevrili olan mezarlığında birkaç granit sütun saçılmıştır. Onu on geçe, atlarımızı yeni atlarla değiştirdik; bugünkü yolumuzun tamamı, seyrek olarak dağılmış çam ağaçlarıyla kaplı alçak kahverengi tepelerle çevrili, bataklık bir ova üzerinde uzanıyordu. Ayiasmati'den bir saat uzaklıktaki denize yaklaştık, üç saat boyunca Midilli'nin ve Sakız ile Ipsera [Ψαρά > Psara] olduğunu varsaydığımız diğer iki adanın güzel manzarasının tadını çıkararak, bataklığın yanındaki yolda atlarımızı sürdük. İlk dört saatte iki çiftliği ve bir köyü geçtik; ilk çiftlik Ayasmati'den bir saat uzaklıktaydı, ve köy onun karşısındaydı; iç tarafta ovayı sınırlayan alçak tepelerde, ilki Ayiasmati'den bir saat uzaklıkta olan iki tümülüs gördük; Ayiasmati'den dört saat sonra bir kahvehanenin, iki saat sonra [da] bir başka [kahvehanenin] yanından geçtik; ilk kahvehaneden sonra (sağda bazı kaplıcalar gördük) ..." (Turner,1820:269-270).

Seyyah Altınova'yı geçmeden, kazaya ait çok değerli bir kaç bilgi de vermektedir. Bunların ilki, 19. yüzyılın başında Altınova'da yapılan ziraat hakkında bir bilgidir: "... [b]ugün yolda çok miktarda tütün ve pamuk dikim alanları gördük; ..." (Turner,1820:270).

Bir diğer değerli gözlem ise, bölgede çalışan "tarım emeğinin" kökenine dair bir bilgidir. Yazar tarlaların yakınında ve "... tepelerin altında dağınık olarak yerleşmiş birkaç kulübe[den] ..." söz eder. Vurgulamasa da bu kulübelerde kalanlar, çevredeki tarlalarda çalışan kişiler olmalıdır. Ve yazara göre bu kişilerin kökeni: 
"... [b]u kulübeler, yazın yakınlardaki adalılar (Midilli, Sakız, Ipsera, Lemnos ve Tenedos'takiler) tarafından mesken tutuluyor. Bunlar, kış aylarında adalara dönerek aileleri ile birlikte yaşar; ..." (Turner,1820:270).

Biraz zorlama ile olsa da; Turner'in bu gözleminden yola çıkarak, 1816 yılında, -en azından- Altınova'daki tarım alanlarında çalışan "sezonluk göçmen işçilikten (?) ya da ücretli özgür köylülükten" söz edebiliriz.

Yazar, bu "göçmen tarım işçilerinin (?)" cinsiyetleri konusunda da bize bilgi vermektedir: "... gördüğümüz ilk kahvehanenin yanında her iki cinsiyetten birçok kişi pamuk topluyor; ovanın yaklaşık yarısı ekili; ..." (Turner,1820:270).

Kafile artık Altınova'yı terk etmek üzeredir. Yazar Bergama'ya doğru devam eden yolculuğu şöyle anlatır: 
"... [çevre] o kadar bataklık ki, yolumuzun büyük bir bölümünde taştan bir yol döşenmiş [olsa da], sudan, sazlardan ve kamışlardan [dolayı] oradan boğulma korkusu olmadan geçmek imkansızdı. İkinci kahvehanede, kahvehanenin ustası dışında kayda değer bir şey yoktu, uzun boylu, açık renk tenli, çenesinin çok altında [, bununla] gurur duyduğu bıyıkları olan ve uzun boylu bir Rum; Bergama'ya bir saat uzaklıkta, şehrin kuzeyindeki alçak tepeleri gözetleyen yüksek bir dağın üzerinde kurulmuş [Bergama] kalesini gördük; son bir saat içinde ara sıra geçtiğimiz bir dağın yamacında at sürdük; [saat] beşte Bergama'ya vardık. ..." (Turner,1820:270).

Yazar bu satırlardan itibaren Bergama'yı uzun uzadıya anlatmaya başlar. Üç ciltlik "Journal of a Tour in the Levant" adlı devasa seyahatnamenin birkaç satırına sığan "Aivallee" ve "Ayiasmati" gözlemlerinin Ayvalık araştırmacılarına katkı vermesini dilerim.

Dostluk ve Saygılarımla,

(çeviri: H.K.Köksal)
---
DİPNOTLAR
[1] William Turner (1792-1867), Birleşik Krallık vatandaşı diplomat ve yazardır. 5 Eylül 1792'de Yarmouth'ta doğdu. Babası Richard Turner'in arkadaşı olan George Canning aracılığı ile dışişleri ofisinde görev aldı. 1811 yılında Robert Liston'un elçiliğine bağlı olarak Konstantinopolis'e kadar eşlik etti. Burada beş yıl kaldı ve bu süre zarfında Osmanlı topraklarının çoğu bölgelerini ve Yunan adalarını ziyaret etti. Gezilerini 1820 yılında "Journal of a Tour in the Levant" başlığı altında 3 cilt olarak yayımladı. 1824'te Britanya sefaretinde sekreter olarak yeniden Osmanlı başkentine geri döndü. Bu sırada büyükelçi Lord Strangford'un St. Petersburg'a atanması nedeniyle, boşalan makamı tam yetkili olarak beş yıl doldurdu. 22 Ekim 1829'da Kolombiya Cumhuriyeti'ne elçi olarak atandı ve dokuz yıl bu görevi yerine getirdikten sonra emekli oldu. Turner, 10 Ocak 1867'de Leamington'da öldü (Carlyle,1899; Pınar,2018; Tercanlıoğlu,2013).

Turner doğuda kaldığı süre içinde, bugün İngiltere'deki en büyük tarihi sikke, para ve mühür koleksiyonunu oluşturdu. Bu koleksiyona bugün paha biçilememektedir ve İngiliz devletince koruma altına alınmıştır. Buradaki eserlerin tamamına yakını ülkemizden dışarı çıkarılmıştır (Onar,2012). 

---
KAYNAKÇA


Carlyle, Edward Irving (1899).
Dictionary of National Biography, London: Smith, Elder, & co., c.57, ss.368-369.

Onar, Sedat (2012).
İngiliz  diplomat Wıllıam  Turner’in 1815 yılı Kuşadası izlenimleri
http://www.kusadasikulturelmiras.com/?pnum=82&pt=Turner
(erişim tarihi: 15 Ekim 2022, cumartesi)

Pınar, İlhan (2018).
Seyyahların izinde Aliağa ve çevresi 17-20.yüzyıl. İzmir: Aliağa Belediyesi.

Tercanlıoğlu, Ahmet (2013).
18. Yüzyıldan 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Kyzikos kentini ziyaret eden İngiliz seyyahlar. (Tez No.: 328825) [Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Ünversitesi].


 

3 Ekim 2022 Pazartesi

CHISHULL'un SEYAHAT GÜNLÜĞÜNDEKİ "Musconisia" ve "Aeolia" (29-30 MART 1701)

Bu blog serisinde bugüne kadar, bir biçimde, Ayvalık'ı ya da yakın çevresini adımlamış "gezginler"e ait eserlerin satırları arasına giren bilgileri derleyerek, onları Türkçe olarak gün ışığına kavuşturmaya çalışmaktayım. Kimi "gezginler" ise şehre ayak basmasalar da, eserlerinde Ayvalık ya da yakın çevresine dair bilgilere yer vermişlerdir. Bu nedenle, bir derme oluşturmaya çalıştığım için, bu eserlerin de burada yer alması gerektiğini düşündüm.

Bu çerçevede ele alacağım ilk eser: 1698-1701 yılları arasında Worshipful Turkey Company'nin İzmir'deki fabrikasında rahiplik yapan Edmund Chishull'ün "seyahat günlüğü/mektupları" tarzındaki eseri olacaktır. Eser yazarın ölümünden sonra, 1747 yılında oğlu tarafından "Travels in Turkey and back to England" adıyla yayımlandı (Keçeci,2020:13). Ayrıca eser, "Türkiye gezisi ve İngiltere'ye dönüş" adıyla 1993 yılında Bahattin Orhon çevrisiyle ülkemizde de yayımlandı.

Chishull'un, 29-30 Mart 1701 günlerinde, Kral William kadırgası'nın güvertesinden bölgemize bakarak yazdıklarına geçmeden önce, yazarı tanımayan okurlar için kısa bir bilgilendirme yapayım.

Worshipful Turkey Company şirketinin
1892 yılında kullandığı logosu.
(kaynak: pepysdiary.com)

Kısaca Edmund Chishull...
Bir din adamı ve antikacı olan Edmund Chishull, 22 Mart 1671'de Birleşik Krallık'da doğdu. Oxford'daki Corpus Christi Koleji'ne girdi, buradan 1690 yılında mezun oldu. 1693 yılında yüksek lisansını tamamladı. 1698'de Worshipful Turkey Company üyelerinin önünde verdiği vaazdan sonra, şirketin İzmir'deki "fabrikasına"; kütüphane, konaklama ve yemek gibi yan hakları da içeren dolgun bir ücretle papazlık yapması teklif edildi. Görevi kabul etti ve 12 Kasım 1698'de İzmir'e geldi. İzmir'de ikamet ederken 21 Nisan-3 Mayıs 1699 tarihleri arasında Efes'e gitti ve bugünkü ören alanı detaylıca gezdi (Hunt,1887)

Ayrıca, Sığacık (Sedijak)'da bir hamamda yapı malzemesi olarak kullanılmış olan "Teian Diræ yazıtını" tercüme etti (Koçanoğulları,2019).

Chishull 1702'de İzmir'deki papazlık görevinden istifa etti. İzmir'den Gelibolu ve Edirne üzerinden memleketine dönerken yolda İngiltere büyükelçisi Lord Paget'le karşılaştı ve onunla İstanbul'a geldi. Bir süre sonra büyükelçi ile birlikte; Bulgaristan, Eflak Voyvodalığı, Transilvanya, Macaristan ve Almanya üzerinden Hollanda'ya geldi. Burada büyükelçiden ayrılarak Birleşik Krallık'a döndü. 1703 yılında Londra'daki St.Olave kilisesine papaz olarak atandı. 1705'de doktorasını tamamladı ve 1711'de kraliçenin papazı oldu. 18 Mayıs 1733'te de Walthamstow'da öldü (Blyth,20xx; Hunt,1887; Keçeci,2020).

Yazarın elimizdeki bu eseri dışında, içinde William Sherard, Antonio Picenini ve Joseph de Tournefort'un da yazıları bulunan "Antiquitates Asiaticae" (1728) adlı bir ortak kitap çalışması daha bulunmaktadır.

(harita.1) Edmund Chishull'un İzmir'den İstanbul'a
yaptığı seyahatin 26-30 mart 1701 günlerindeki
rotasını gösteren harita. (çizim: H.K. Köksal)
GEMİ GÜVERTESİNDEN AYVALIK'a BAKIŞ
(29-30 Mart 1701)
Eserde, "Musconisia" ve "Aeolia" adlarıyla Ayvalık'a ait bir-iki satırlık bilgi bulunmaktadır. 

Bu bilgiler, "An Account of a voyage from Smyrna to Conflantinople, and a journey back from thence to Smyrna,in the year MDCCI" [İzmir'den İstanbul'a bir yolculuk ve oradan da 1701 yılında İzmir'e geri dönüş] adlı bölüm başlığının altındadır.

Edmund Chishull 26 Mart 1701 akşamı saat on sekiz sularında, kaptan Nehemiah Winter yönetimindeki Kral William adlı gemiye biner ve İzmir'den İstanbul'a doğu yaklaşık 10 gün sürecek yolculuğuna başlar. 

Gemileri, 27 Mart sabahı esmeye başlayan rüzgarın da yardımıyla İzmir'den "... Fochia Vecchia limanının, yani Phocaea'nın önündeki St. George adasına ..." kadar yol alır. Ve akşama doğru "Hermos nehrinin [taşıdığı alüvyonların] neden olduğu kum burun [ile ada] arasında" demirlerler. 

St. Georges adası, Aya Yorgi (Άγιος Γεώργιος) ya da Bakkheion (Βακχείον) adası olarak anılan bugünkü İncir adasıdır. Hermos nehri  (Έρμος ποταμός) ise bugünkü Gediz nehridir.

Yolculuğun üçüncü günü olan 29 mart akşamında kaptanları, "Aeolia kıtası ile Mitylene adası arasında yer alan, eski adı Arginusae olan Musconisia adalarından daha ileri gitme(yerek)" demir atar. Ertesi sabah saat dörtte, rüzgar şiddetli esmeye başlayınca da, "Mitylene adası ile Aeolia kıtası arasındaki, ada tarafında eski adı Sigrium olan Siguri ile eski adı Lecton olan Baba Burnu"nun oluşturduğu dar boğazdan geçerek, İmbroz ve Tenedos yönüne doğru ilerlerler (Chishull,1747:32-33).

Chishull'un, Ayvalık ve yakın çevresi hakkında yazdıkları bu kadardır.

XVIII. yüzyıldan günümüze kadar gelen bu satırlar şüphesiz heyecan yaratmakta ancak, aynı zamanda önemli bir yanlışlığı da barındırmaktadır. Yazar "Musconisia adalarının" eski adının "Arginusae" olduğunu sanmaktadır. Oysa ki "Arginusae" (Ἀργινοῦσαι > Arginousai)MÖ. 406 yılında Atinalılar ile Spartalılar arasında geçen ve Atinalıların zaferi ile sonuçlanan deniz muharebesinin gerçekleştiği ünlü adaların önü idi. Üç adadan oluşan bu "takım", Canae (Κάναι > Kane) antik şehrinin kurulduğu yerdi. Burası bugün Bademli/Dikili önlerinde bulunan; "Garip" ve "Kalem" adaları ile "Kane Yarımadası veya Burnu" olarak anılan adalardır. Dolayısı ile yazarın vurgusuyla tekrar edersek, "... eski adı Arginusae ... olan Musconisia adaları..." bilgisi doğru değildir.

Dostluk ve Saygılarımla,
--
KAYNAKÇA

Blyth, Julie (20xx).
Edmund Chishull, CCC 1687.
https://www.ccc.ox.ac.uk/edmund-chishull-ccc-1687

Chishull, Edmund (1747).
Travels in Turkey and back to England. (1.b) Londra: W. Bowyer.

Hunt, William (1887). 
"Chishull, Edmund". ( ed.) Leslie Stephen. Dictionary of National Biography, Londra: Smith, Elder & Co., c.10. 263-264 ss. 

Keçeci, Ömer Ekrem (2020).
XVIII. Yüzyıl İngiliz seyahatnamelerine göre Osmanlı ve İngiliz toplumları ve şehirleri üzerine karşılaştırmalı bir değerlendirme. (Tez no.: 703532) [Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi]

Koçanoğulları, Osman (2019).
Sığacık - Teian Dirae yazıtları çalınma öyküsü.
http://okocana.blogspot.com/2019/01/sgack-teian-dirae-yaztlar-calnma-oykusu.html