22 Aralık 2014 Pazartesi

IOANNES DEMETRAKELLIS-OIKONOMOS'un YAŞAMI

AYVALIK TARİHİ ARAŞTIRMALARI I

Ayvalık'lı yazar, şair ve ikonograf Fotis KONTOĞLU
(8 Kasım 1895, Ayvalık - 13 Temmuz 1965, Atina)
tarafından yapılan Demetrakellis'in ikonası.
Ioannes Demetrakellis-Oikonomos1, 1735 yılında Ayvalık'ta doğdu. Babası Demetrakis ve annesi Rigaina'nın aileleri Midilli Vasilika'dan Ayvalık'a göç ettiler. Babası, dimogerontes'e2 seçildi ve Ayvalık yerel toplumunun etkin bir üyesi oldu. Rigaina ile evlenerek, en büyüğü Ioannes olmak üzere 3 oğlu ve 4 kızı doğdu.

Ioannes kariyerine rahip olarak kilisede başladı. Daha sonra Oikonomos Bürosu'nda işe başladı. Rahip olmak için Athoniada Okulu3'nda okuduğundan söz edilir. Söylencelere göre yirmibeş yaşında iken yaşamlarını ve insanların geleneklerini incelemek için Osmanlı imparatorluğunun değişik bölgelerine seyahat etmeye başladı ve Türkçe öğrenerek, doğu dilleri ile temas etmeye çalıştı. Bazı kaynaklar ise, onu eğitimsiz olarak kabul eder.4

Tüm kaynaklar, Ioannes Demetrakellis'in sahip olduğu tarihsel konumu, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları arasında geçen, Çeşme Deniz Savaşı (5 Temmuz 1770) sırasındaki gelişmelere dayandırmaktadır. Bir “halk masalı” tadında aktarılan kuruluş öyküsüne göre: Cezayirli Hasan Paşa, Osmanlı donanmasının sağ kanadı komutanıdır ve yaralanır. Oluşturdukları bir salın üzerinde, bir kaç levent ile birlikte sahile çıkar, Ayvalık'a gelir. Ioannes Demetrakellis'den yardım ister. O da komutana yardım eder ve birkaç gün sonra ayrılırken Hasan Paşa, gösterilen konukseverliğin karşılığı olarak, kendisinden bir şey istendiğinde çekinmeden yanına gelmelerini söyler. Ardından Hasan Paşa'nın sadrazam olduğunu duyunca Ioannes, İstanbul'a gelip ondan kasaba için yardım ister ve o da kendisine gösterilen yardımseverliğe yanıt olarak 1773'te, bir “ferman” hazırlayarak Ayvalık'a “özerklik” tanır, onu kocabaşı5 olarak seçer.

Aynı öyküyü Ayvalık'lı Ilias VENEZIS6 (Ηλίας Βενέζης), Eolya Toprağı adlı romanında7 Ioannes ile Hasan Paşa'nın karşılaşmasını, kahramanının ağzıyla şöyle anlatır:
... Eski zamanlarda yaşayan bir münzeviydi. İnsanlardan uzakta, ıssız bir kıyıda bir kulübede, tövbe ederek ruhu ve esaret altındaki milletinin kurtuluşu için yakararak yaşıyordu. Fırtınalı bir gecede denizden çaresizce yardım isteyen bir insan sesi duydu. Geceye çıktı, kayığını aldı, dalgalarla boğuştu ve sese doğru gitti. Yarı boğulmuş bedeni çekti çıkarttı denizden, kulübesine getirdi, ısıttı ve diriltti. Kazazede soğuktan titriyordu ... 'Gemici misin? Kayığın mı battı?' [diye sordu] '... Sultanın kayıklarında zabitim. Moskoflar tarafından Çeşme'de yenildik. ... Acı bana, bu hasta ve savunmasız halimle bir kötülük etme.' ... Münzevi kazazedeyle ilgilendi, gece gündüz ona baktı, ... Sonra da yerleşimin olduğu yere varması için alması gereken yolu gösterdi ona. ... 'Benim adım Hasan,' dedi Türk. 'Sakla adımı ve bir gün yardıma ihtiyacın olursa bana gel.' ...” (sayfa:280) Sonra Ioannes Demetrakellis İstanbul'a gider, Paşa'yı bulur, yardım ister: “Münzevi fermanı alıp ülkesine döndü. Bütün o çileli halk o zaman olanları öğrendiğinde münzevinin ayaklarına kapanıp öptü. Onu kocabaşı yaptılar ve ihtiyarlar meclisiyle birlikte ölene dek eyaleti yönetti.” (sayfa: 281)
Tarihsel hatalar içeren “fantastik bir öykü”...

Bu konuyu, önümüzdeki günlerde yayına alacağım yazımda çok detaylı olarak tartışacağım ama yeri gelmişken bir anımsatma yapmalıyım: Hasan Paşa 3 Aralık 1789 yılında, III.Selim döneminde (1789-1807) sadrazam oldu ve 17 Mart 1790 tarihine kadar bu görevde kaldı. Belirtilen tarihte Kaptan-ı Derya idi (22 Ekim 1770/24 Şubat 1774). Ardından Temmuz 1774'e kadar Anadolu Valiliği ve Rusçuk Seraskerliği ile görevlendirildi ve sonra 19 Aralık 1779 tarihine kadar da yeniden Kaptan-ı Derya'lık yaptı.

Sadrazam fetvası konusu bu manada fazla abartılı bir öykü olmaktan öteye gidemiyor. Ancak, 1534 tarihinde kurulan Cezair-i Bahr-i Sefid Eyaleti (Kaptan Paşa Eyaleti) kuzey Afrika ve Ege adalarını kapsamaktaydı ve Yund (Cunda/Alibey) Adası idari olarak bu eyalete bağlıydı. Eyalet yönetimi ise Kaptan-ı Derya'ya bırakılmış idi. Dolayısı ile o tarihlerde Hasan Paşa ile Ioannes arasında bir iletişimin olabilmesi mümkün gözüküyor. Kaldı ki; 1771 tarihinde göreve gelen dragoman8 Nikolaos Mavrogenes ile olan arkadaşlığı da Kaptan-ı Derya ile iletişim kurması olasılığını güçlendiriyor. Özerklik konusu ise, Osmanlı'nın bir çok adada ortodoks Rumların beldelerini yönetmek amacıyla oluşturdukları “dimogerontes” geleneğine dokunmadıkları düşünüldüğünde, o da mümkün gözükmekte. Şayet tarih 1773 değil de 1774 ise; bu özerklik konusuna yaklaşırken, 21 Temmuz 1774'te Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması'ndaki Ortodoks Rumlara dair koruyucu maddeleri de ihmal etmemek gerekir.

Bu kuruluş “öyküsünde” gizli kalan önemli bir başka konu da, Ioannes Demetrakellis'in İstanbul'da yaşayan banker Petraki ve dragoman Nikolaos Mavrogenes ile olan arkadaşlık ilişkileridir. Çünkü; büyük Konstantin'in kılıcı ile St.George'un patellasının, arkadaşı Constantonople Petraki tarafından Ioannes'e hediye edildiğine dair bir başka “fantastik öykü” daha bulunmaktadır. Rivayete göre: kılıcın bir yüzünde “Baba, kim zulmederse bana [onu] cezalandır, benimle savaşanlarla mücadele et, silah ve kalkan ile” ayeti yazılı imiş ve öbür yüzünde de, kutsal kase ve İsa betimlemesi bulunuyormuş. 1821 isyanı sonrasında kasaba, II.Mahmut tarafından yıkılıp halkı da sürgün edildiğinde, bu “kutsal miras” göç edenlerce götürülürken Ioannis Kapodistrias9'ın eline geçmiş ve o da kılıcı, Çar I.Nicholay'a hediye etmiş, Çar da, bu kılıcı Kırım Savaşı'nda Türklere karşı kullanmış10.

Yeniden Ioannes'e dönersek 1780 yılında, halktan toplanan bağışlarla, bugünkü Hayrettin Paşa Camii'nin (Kato Panagia Kilisesi) olduğu yerde, Panagia ton Orfonon (Yetimlerin Aziz Meryem'i) Kilisesi, okul ve hastaneden oluşan yapı topluluğunu inşa ettirdi. Yine aktarımlara göre Ioannes'in bu yapı grubunda, bir de hemşire okulu açmak istediği ancak başarılı olamadığı söylenir. Bu bölgede kısa süre sonra başlayan yapılaşma, Ayvalık'ın beşinci mahallesi olan Zoodohou Pigis (Kato Panagia)'i meydana getirdi.11

1784 yılında Athos Dağı Keşişleri Büyük Kurulu, Ayvalık keşişlerinin de yöneticisi olmalarını gerekçe göstererek, Ioannes tarafından kasaba halkından toplanan bağışların, bundan sonra biriktirilmek üzere kendilerine verilmesini istedi. Bu olay, Ioannes'in Athoniada Okulu'nda eğitim aldığını kanıtlayabilir gibi gözüküyor. Bu isteme nasıl bir yanıt verildiğini şu ana kadar yaptığım okumalarda bulamadım. Ama özellikle bu tarihlerde başlayan ve ölümüne kadar giderek şiddetlenen ve ölümünden sonra da yaklaşık beş yıl kadar daha devam eden “halk çatışmalarından” yola çıkarak, bu istemi reddettiği ve dolayısı ile Ayvalık'ın değişik yerlerinde bulunan manastırlarda yaşayan ve Kurul'a bağlı keşişler aracılığı ile Ioannes'e karşı bir muhalefet örgütlendiği varsayılabilir. Ölümüne kadar süren bu gerilimli dönemin son iki senesinde, halkın güvenini kötüye kullandığı ve tek taraflı aldığı kararları uygulayarak kasaba halkı üzerinde büyük baskılar kurduğu da belirtilmekte. Belki; İzmirl'li bir iş adamı tarafından satın alınan ve restorasyon projesini mimar Müjdat SOYLU'nun yürüttüğü, halk arasında “Halaların Bahçesi” olarak bilinen arazi de, o toplumsal tepkileri oluşturan suistimallerden biri olabilir.12

Ioannes Demetrakellis-Oikonomos tartışmalı bir biçimde, 1791 yılında elli altı yaşında iken öldü. Stavrakis'e göre13, ona suikast için bir komplo planlandı ancak Ioannes, daha eylem gerçekleştirilemeden ve doğal nedenlerle öldü. Karambalis14 ise, ifade vermesi için İstanbul'a çağrıldığını ve gittiğinde bir komplo kurulduğunu farketmesi üzerine yüzüğündeki zehiri emerek intihar ettiğini yazar.

Ölümünden iki yıl önce başlayan, Ayvalık'taki toplumsal karışıklıklar 1798 yılına kadar sürdü. Bu kargaşa dönemini salt Demetrakellis'in “suistimallerine” bağlamak yetersiz bir yaklaşım olur. Zira şehir onsekizinci yüzyılın sonlarında çok keskin bir sınıfsal ayrışma yaşamaktaydı. Ve bu ayrışma, belki de Osmanlı coğrafyasında benzeri görülmemiş bir düzeye çıkmıştı. Bu çatışma, yaklaşık 20 yıldır şehir üzerinde söz sahibi olan ve toprak varlığı ile onun üzerindeki hakimiyetini arttıran aristokrasi ile her geçen gün sayıları hızla artan burjuva-tüccar sınıfın arasında idi. Şüphesiz, Agios Dimitrios mahallesinde sayıları her geçen gün artan tersane, zeytin yağı ve sabun atölyeleri çalışanları derli toplu bir sınıf görünümü elde edemeseler bile, şehrin ezilen kesiminin temsilcileri idi. Ve Ortodoks manastır keşişlerinin politik çabaları ile 1789 Fransız Devrimi'nin etkilerini de eklediğinizde şehri gözünüzde canlandırın... Bu dönemi önümüzdeki yazılarda ele alacağım.

---

1 Oikonomos, birçok kaynakta sunulduğu gibi Ioannes Demetrakellis'in adı değil ünvanıdır. Oikonomos, antik dönemde anıt, sunak gibi dinsel yapıların yapım masraflarını karşılayan ya da oluşturulan fonu bu işlerde kullanan kişidir. Orta çağ ve Bizans döneminde ise, kiliseye bağlı çalışan bir memur, dini vakıfın emlaklarını yöneten mütevelli heyetinin bir üyesidir. 340 yılında toplanan Gangra Konsili'inde “oikonomos” terimi geçse de, 5.yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlamıştır. IX.yüzyıl ile XI.yüzyıllar arasında İmparator tarafından atanan oikonomos, daha sonra genellikle metropolitan tarafından atanan bir din adamı idi.
2 Yaşlılar Heyeti. Ayvalık'ı oluşturan cemaatler (mahalleler), her yıl yenilenen seçimlerle yaşlılar heyetlerini belirlerdi. Bu heyetler, toplumun ileri gelenleri arasından oluşturulan 9 kişilik Konsey ile işbirliği içinde çalışır, bağış toplamak, hayır işleri yapmak gibi “beledi” manada yönetimi üstlenirdi.
3 Bu Okul, Ekümenik Patrik Kyrillos V. tarafından 1749 yılında, Yunanistan'daki kutsal Athos Dağı'nda bulunan Vatopedi Manastırı yakınındaki bir binada kuruldu. 1753 yılında Eugenios Voulgaris bu Okula öğretmen olarak atandı. O zaman yayınlanan bir sigilliuma (= kronik) göre, Athoniada'da öğrencilere Yunanca, mantık, felsefe ve teoloji öğretiliyordu. Okul rahipler ve diğer din adamları için kurulsa da seküler öğrencilere de eğitim verdi. Kuruluşundan 6 yıl sonra, Voulgaris'in istifası ile eğitim bozulmaya başladı.
4 Burada Ayvalık araştırmalarında vardığım bir ara değerlendirmeyi okurla paylaşmak istiyorum.18.yüzyılın son çeyreğinden başlayarak tüm Ayvalık tarihi, aynı şehri paylaşan ve değişik görünümlerle karşımıza çıkan gruplar/sınıflar arasında sürekli çatışmalarla gelişmiştir. Bu nedenle, örneğin tüm sözlü tarih kaynaklarında adı geçmesine karşın, Ioannes Demetrakellis'in yaşamı bile iki ayrı sınıfın iki ayrı “Ioannes cisimleştirmesi” olarak karşımıza çıkar. Varlıklı, Osmanlı hanedanlığı ve Rum Patrikhanesi'nin buradaki örgüt birimi Efes Metropolitenliği (merkezi Bergama'daydı) ile iyi ilişkiler içinde olan aristokratlar, Ioannes Demetrakellis'i, “eğitimli ve hayırsever” bir lider olarak tanımlarken, alt sınıfların Ioannes'i; “eğitimsiz ve mütedein” bir münzevi olarak karşımıza çıkartır. Şüphesiz hemen her kişi veya konuda karşımıza çıkan ve kişi veya olgu dışında tamamen zıt aktarımlar içeren bu “ikili durum” okurken çok keyifli olmasına karşın, “gerçeği bulma” meselesini bir o kadar zorlaştırmakta.
5 Osmanlı Devleti'nde Batı Anadolu ve Balkanlarda görevli Hristiyan taşra memurlarına verilen ad.
6 Takma adı Elias Mellos (Ηλίας Μέλλος) Yunan roman ve öykü yazarı. 1904 yılında Ayvalık, Agios Triada (bugünkü Hayrettinpaşa) mahallesinde doğdu. Yaşadığı ev, 13 Nisan Caddesi 18. Sokak 1 numaradadır. 1921'de sabotajcılık (bombacı) suçlaması ile tutuklandı ve hemen “amele taburuna” alınarak yaklaşık 20 ay Bergama ve Manisa'da ağır koşullarda çalıştırıldı. 1923 yılında serbest bırakıldı ve mübadele ile Midilli'ye göç eden ailesinin yanına döndü. 1932 yılında Atina'ya yerleşip Yunan Bankası'nda memur olarak işe başladı. 1943 yılında Alman işgali sırasında SS tarafından tutuklanarak ölüm cezasıyla Averoff cezaevine kapatıldı. Etkili protesto eylemleri sonrasında serbest bırakıldı. 1973 yılında Atina'da öldü.
7 Belge Yayınları, Yunanca aslından Burcu YAMANSAVAŞÇILAR çevirisi, 2013
8 Osmanlı yönetiminin 1665 yılında kurduğu, dilbilen Rum ve Ermeni tebaa arasından seçilenlerin görev yaptığı Kasımpaşa'da bulunan tercüme bürosu. İlk tercüman 1673 yılına kadar görev yapan Panayot Nikosia'dır. En fazla çalışma, Kaptan-ı Derya'nın yönetimi altındaki Ege adalarına ait konularda yapıldı. Son dragoman, 30 yıl görev yapan Nikolaos Mavrogenes'dir. Dragoman'lık sistemi "casusluk" yaptığı gerekçesiyle 1821 yılında kapatıldı.
9 1776-1831 yılları arasında yaşadı. Anılan tarihlerde Rusya Dışişleri Bakanı idi. 1822 yılında bakanlıktan ayrılarak Yunanistan siyaseti ile ilgilendi. 1827 yılında Mora'da isyancılar tarafından kurulan Yunan meclisi tarafından Yunanistan'a Kivernitis (vali) olarak seçildi. 1831 yılında bir suikast ile öldürüldü.
1Ancak kılıç faydalı olmamış. Zira Kırım Savaşı'nda Rusya, Serdar-ı ekrem Ömer Lütfi Paşa (Michel Lattas) komutasındaki Osmanlı ordusuna yenilmiş ve Paşa Bükreş'e girince, Nicholay intihar etmiştir.
11 Mimar Dimitri PSARROS'un 2004 yılındaki çalışmasına göre 18.yüzyılın sonunda Ayvalık; Taxhiarhis, Agios Dimitrios, Agios Ioannis ve Kimisis Tis Theotokou (Mesi Panagia) mahallelerinden oluşmaktaydı.
13 Stavrakis, C., '1821 Öncesi Cydoniae', İzmir, 1861, s.8
14 Karambalis, I., 'Cydoniae Tarihi', Atina, 1949, s.108

21 Aralık 2014 Pazar

AYVALIK DEVE GÜREŞLERİ

















Bugün yıllardır izlemek istediğim bir etkinlik olan Deve Güreşlerine gittik Pericik ile. Tüm Türkiye'den gelen 120 deve ve onların sahipleri ile çalıştırıcılarının doldurduğu Ayvalık Kamyoncular Parkı, bir panayır yeri gibiydi. Rengarenk develer arasında açılmış; poşu, sucuk-ekmek (şüphesiz deve sucuğu) ve meşrubat satıcıları ile alkol standı panayırın mükemmel bileşenleri idi. Bizim gibi meraklı bir kaç muhacir dışında tüm etkinlik izleyenleri, bu güreşlerin kent kent dolaşan müdaimleri oldukları konuşmalarından belliydi:
  • Bak, bak... Muşat çengelini gördün mü?
  • Yok beya! O sağcı deve, kol attı...

Deve güreşleri bir Yörük kültürü ve son iki yüz yıldır yeni eklentiler ile gelişerek süren bir dizi etkinliğin sonu. Bu etkinlikler dizisi Ayvalık'ta kasım ayının 15'inde başlıyor. Önce gürbüzleşen ve asabileşen tülüler bir güzel giydirilir ve bir tür semer olan havutlarının arkasına pehlivanın adı işlenmiş peşleri takılır. Çanları, zincirleri ve boncukları takılan tülüler, zurna ve davul eşliğinde geçit resmi yaparak Deve Meydanı'na getirilir.


Deve Meydanı, 13 Nisan Caddesi girişindeki Bilezikli Kuyu'nun bulunduğu yerdeki Şeytan'ın Kahvesi önüdür. Burada dualar okunur ve tülüler tanıtılır, Belediye Başkanı o sene yapılacak güreşin giderlerini üstlenen ya da organizasyonu üstlenen kişilere poşularını bağlar. Çalan zurna peşrevi eşliğinde “havut hayrı lokması” dökülür ve bu törene Havut Hayrı adı verilir. Tören, süslü tülülerin sıraya dizilip yaptıkları yürüyüş ile tamamlanır. 

İzleyen hafta (bu deve güreşlerini yapan organizasyonun takvimi nedeniyle bu yıl gecikti) güreşlerden bir gün önce, deve sahiplerinin tüm giderleri üstlendiği ve kendisinin uygun gördüğü misafirler ile gurbetçi rakip deve sahiplerinin de çağrıldığı, dostlukları pekiştirmek amacıyla Halı Gecesi düzenlenir. Bu gece yaptırılan tavalar yenir, rakılar içilir ve sazlar eşliğinde türküler söylenir. Gece çok geç saatlere kadar sürer ve etkinliğe yeni bir gelir daha oluşturmak amacıyla, o gece üzerinde oturulan halı açık arttırma ile satılır.


Ertesi sabah başlayacak güreşlere gelecek seyirciler de kendi hazırlıklarını yaparlar. Bolca yumurta haşlanır, köfte ve peynir ile ekmek hazırlanıp sepetlere denklenir. Ve şüphesiz rakı... Tabi artık çirkin renkli plastik poşetler içinde erzaklar getiriliyor. Sabahın erken saatlerinde güreş alanına gelen seyirciler, çit çevresine masalarını kurarlar. Saat 11 sularında, fazlaca sünnileşen fatihalı dualar okunsa da, 20 yıl öncesine kadar Alevi Yörük geleneği güreş duaları edilip ilk güreş başlar.

Okura önemli bir bilgi vermeliyim ki; bu “olağanüstü hazırlıklara” rağmen, deve güreşinde “bahis” yoktur ve “yeltenenler kınanır”.

TÜLÜ Nedir?
Güreşçi develer, tek hörgüçlü dişi "yoz" develer ile çift hörgüçlü "buhur" adı verilen erkek develerin çiftleşmesinden meydana gelen ve "Tülü" adı verilen erkek develerdir. Tülüleri, güreşler için “savran” adı verilen eğitimciler yetiştirirler. Ve aynen yarış atlarında olduğu gibi, tülülerde de bir soy takibi vardır.

Deve güreşleri; Ayak, Orta, Başaltı ve Baş olmak üzere dört kategoride gerçekleştirilir. Her bir güreş yaklaşık 10 dakika kadar sürer ve kaçan, bağıran ya da devrilen pehlivan güreşi kaybeder. Süre sonunda bir deve diğerine üstün gelmediyse müsabaka berabere biter.







Tüm etkinliği; kendine has dörtlükler ya da manzum cümlelerle zenginleştiren, müsabakayı izleyenlere aktaran ve sahadaki gelişmelere göre urgancıları yardıma çağıran cazgırlar sunar. 




Güreşleri masa hakemleri ve sahada görev yapan baş hakem ile orta hakemler yönetir. Ayrıca acil durumlar için kızgın tülüleri bağlayan yeterli sayıda urgancı ile ağız ve ayak bağlarını kontrol eden görevliler de saha içinde görev yaparlar.




Güreşlerin heyacanını artırmak için, değişik oyunları yapan develerin birbiriyle eşleştirilmesine özen gösterilir. Her deve kendi sınıfındaki tülüyle güreşir. Sağdan güreşen develere sağcı, soldan güreşen develere solcu, ayak oyunları yaparak rakiplerinin ayağına çelme atarak oturan develere çengelci, rakiplerinin başını göğsünün altına alıp oturan deveye bağcı, rakibini yıkmak ve kaçırmak için yan yana gelip ittiren ve başıyla ayaklarını yoklayan develere tekçi denmektedir.

adet üzere selfiiii
Güreşi kazanan tülü, görülmesi gereken bir böbürlenme ile sahada dolaştırılır ve sonra dört ayağını bir araya getirilerek seyirci selamlatılır. Kaybeden pehlivan ise -o da görülmesi gereken- hüzünlü bir mahcubiyet ile çöker.

Yenilen pehlivanın hüzünlü ve mahcup çöküşü
Mükemmel bir kültürel geleneğe eşlik etmenin mutluluğu ile omuzumda poşu, ağzımda biraz önce yediğim ve Pericik'in içini kaldıran "sucuğun" tadıyla eve dönerken, yakınımızdaki staddan yükselen goooolll sesi ile sevincim iki kat arttı. Zira Ayvalıkgücü: 2- Ankara Demir Spor:1 ...



9 Aralık 2014 Salı

AYVALIK YAZILARI



















6 aydır, Ayvalık'ta, adım atmadığım sokak, fotoğrafını çekmediğim bina kalmadı. Bir yandan da okumalarımı ve tabi -buradaki “yerleşik nizam” yaptığım konuşmalardan kaynaklı beni pek sevmese de- katıldığım toplantıları da eklediğimde, burayı iyi bilenler ile aramdaki farkı her geçen gün azaltıyorum. Bende birikenleri, buradaki diğer “İstanbul muhacirleri” ile birlikte her fırsatta paylaşıyor, “Midilli mübadilleri”nden de hergün yeni bilgiler alarak bu yarım yüzyıllık hayatım boyunca çok nadir elde ettiğim bir keyifle zaman geçiriyorum.


İlk iş olarak; değerli araştırmacı ve inşaat mühendisi Faruk Ergelen ile bundan 5 ay önce tanıştığımızda yaptığımız bir sohbette ve onun ağzından çıkan: “Ayvalık için bir şey yapılacak ise önce iyi bir kent bibliyografyası hazırlanmalı” sözlerini “kendime vazife” kabul edip kolları sıvadım. Bugün için 400'den fazla kaynağın varlığını derleyip, bunlardan 250 kadarının da basılı ya da sayısal kopyalarını arşivime ekledim. Neredeyse tamamına yakınını da okudum.


Ardından okuduğum kitap, tez, makale ve diğer belgelerden çaprazlamalar yaparak belirlediğim konuları sırası ile “değişik yorumları ile” derlemeye, ileri sürülen görüşleri de kaynakçalar kullanarak sağlamasını yapmaya başladım. Bunları, blogum aracılığı ile ilgi duyan okurlarla paylaşmayı da sürdüreceğim. Diğer yandan da bu çalışmalarımı bir web sayfası altında toparlamaya giriştim. Bugün, günlük Ayvalık haberleri ile bibliyografyanın listesini sürekli güncelleyerek sayfama yerleştiriyorum. Ha.. bir de buradaki takımım olan Ayvalık Belediyespor haberlerini :) Bina envanterlerini sayfama koymaya başladıysam da, onun sunumuna dair fikirlerim tam oturmadığı için yavaş ilerliyor. Bir de evin tadilatını tamamlayamadığım, çalışma ortamımı kuramadığım için kütüphaneyi oluşturup basılı belgeleri kataloglayamadım. Hedefim, 2015 ilk baharına girerken iyi bir belgelik altyapısını oluşturmak ve araştırmacıların, belge bulmak konusunda benim çektiğim sıkıntıları yaşamadan çalışmalarını yapmalarına katkı vermek. Bir de gönlümde yatan aslan: “muhacir kitabevini” de kurduğumda değmeyin keyfime...


İlk araştırmamı, hemen tüm kaynaklarda adı geçen, 1773 yılından itibaren gelişmeye başlayan bu şehrin bir tür “süper kahramanı” olan, Ioannes Demetrakellis-Oikonomos özelinde toparlayarak okur ile paylaşmak istiyorum. Ardından, hakkında birçok “mitos” ve “yorum” bulunan Ayvalık Akademisi'ni tarihsel, siyasal ve mimari yanları ile ele alacağım makale olacak. Ve sırada bakalım hangi konu yerini alacak...





5 Aralık 2014 Cuma

sadece AYVALIK için bir program yaratmak



...aynı gün sabahtan saplarını suya koyduğu altı enginarı çıkardı mutfakta. Kime niyet, kime kısmet... Gitmezsek biz yeriz, gidersek evimize gelecek olan Rumlar bulup pişirirler; nasıl olsa, karınlarını doyurduktan sonra yatak yorganımızı kullanacaklar, içine girip yatacaklar...”
Ulya, Ege'nin Kıyısında, Ahmet Yorulmaz (sf.70)

Mehmet Ağabey'in anısına...

GİRİŞ

Gelenler nasıl ki mubadil idi, gidenler de mubadil oldular gittikleri yerlere. Tuğlaları, söveleri, yolları ve bir cümle tüm kentsel mekanları, -her iki taraf için de geçerli- giden yabancılarca şekillendirilen ve gelen yabancılarca da iskan edilen koca bir yüzyılın öyküsüdür karşımızda duran.

Nasıl, ne zaman, neden ve kimlerce kurulduğunu hala bilemediğimiz, -her iki taraf için de geçerli- yakıştırma ve şöven tarih yazıcılarının subjektif varsayımlarının tarih kabul edildiği, dolayısı ile her alanda ve her el atılacak konunun, aslında “bakir” ve “düzeltilmeye muhtaç yanlışlar içerdiği”, “anlayamadığımızla tanımaya çalıştığımız” bir kent özetle, karşımızda duran Ayvalık.

İyi niyetli bireysel “anlama” ve “anlatma” çabalarının, belki rekabetçi zaaflarımızdan ya da bu uğraşların kollektifleşmesini sağlayacak “mütevazı programlarla” hala buluşamamasından kaynaklı, bir türlü “sorusunu bulamayan” sayısız “bulunmuş yanıt” özetle karşımızda duran.

Hemen her sokağı adımlarken bir anda karşınıza çıkan “ev satıcıları” ya da hiç susmayan iş aletlerinin çıkardığı ses ve toz bulutu içinde -ve artık çok kısa bir süre sonra- sadece dekor yüzeyleri ile karşımızda duracak bir film platosu olma yolunda ilerleyen, nasıl olduğunu bilemediğimiz gibi ne olacağını da anlayamayacağımız bir şehirdir karşımızda duran.

Koruma tescil fişlerine sahip imar paftalarında kırmızı ile boyanmış yüzlerce bina, bu binalar üzerinde çalışma yapmış onlarca üniversite, bu üniversitelerce hazırlanmış bir o kadar tez ve makale ve nihayet -çok sınırlı sayıda da olsa- bir imdat çığlığı gibi uyarılar yapan yazılara karşın, hafızalarımızın unutacağı gün kadar yakın, bilemediğimiz bir kültürel mirastır karşımızda duran.

Dörtyüz yıl boyunca sayısız dramatik olaylar yaşamış bu mükemmel şehrin gündelik koşuşturmacasından bir an için uzaklaşıp, trajedilere arka planlık yapmış -ama- hala romantik panoramasına yeniden bakınca; Kavafis'in:
...
Dolaşacaksın aynı sokaklarda 
ve aynı mahallelerde yaşlanacaksın 
ve burada bu aynı evde ağaracak, 
aklaşacak saçların. 
Hep aynı kente varacaksın. 
Bir başka kent bekleme sakın.

dizelerini “uyarı olarak” kabul edip, “sadece” Ayvalık için bir dizi çalışma ile yer almaya başlamak lazım.

Bu “yer alma kararı”, bizi davet eden verili bir çaba olmadığı ve dolayısı ile eklemlenecek yer bulamamanın öfkesiyle “meydan okumak olarak algılanmamalı ve ayrıca, gündelik yaşamındaki insandan arındırılmış bir profitopolis1 kurmayı hedefleyenlerden de uzak durmalıdır. Zira ancak o zaman, “her yer aynı şayet sen buysan” diyen Kavafis'in “karamsarlığına” meydan okuyabiliriz. Ya da hakikatten “Bir başka kent bekleme sakın.”


sadece AYVALIK için bir program yaratmak ÜZERİNE SESLİ DÜŞÜNCELER:
pusula mı yoksa yol haritası mı?

Yukarıda eleştirel olarak değindiğim “-mealen- yanıtlarımız var ama sorularımız yok” meselesinin üzerinde durmak gerekiyor kanımca, programa yönelik kavramlar geliştirmeden önce.


Bizi hayran bırakan bu yapılı çevreyi -Ayvalık'ı: düşünmüş, tasarlamış, yapmış ve yıkıp yeniden tasarlayıp yapmış toplumların elindeki, tasarımcı kimliğini devraldığımız ve onlara sadece yerkürenin herhangi bir yerindeki benzerleri kadar güzel yapma çevreler sunduğumuz son bir yüzyıldır, elimizdeki yanıtlarla davranmaktayız2. TOKİ evine “queenbed” ama yüzlerce yılda oluşmuş bir tabiat parçası içine sıkıştırılan saldırgan malikanelere ”frenchbed” ebadlarını uygun görmemizi sağlayan o yanıtlar değil miydi? Bir Amerikan ya da Danimarka filmi seyrederken, kendimizi kendi evimizde “imiş” gibi sanmamız -yani ”ikeastyle hayatlarımız”- o yanıtlardan kaynaklı değil mi acaba? Tek tipleştirilmiş iş yaşamlarının evrildiği tek tipleştirilmiş ev yaşamları ve nihayet oradan beslenip kurulan tek tipleştirilmiş sosyal hayatların tüm yer küreye egemen olması, o yanıtlardan kaynaklı olabilir mi?


Konudan uzaklaşıyorum ve ayrıca çok da fazla haksızlık da etmemeliyim mesleğimize ve meslektaşlarımıza. En azından bizim, diğer yanıt sahiplerinin asla ellerinde olmayan bir başka paralel dilimiz var: ÇİZGİ. Bir elimizdeki kalem ve diğer elimizdeki dubledesimetre, çoğu zaman cebimizde dolaşan o evrensel yanıtlara “meydan okuyan” kişiler kılmakta bizi. Çok şükür... ya kamu yöneticisi ya da spor antrenörü olsaydık!


İşte bu nedenle gittiğim kentleri dolaşırken -Kastamonu ya da Söke farketmez-, elindeki çekiçle züccaciye dükkanına giren, XXI.yüzyıl modernizmine “meydan okuyanbir şey gördüğümde hemen yakınındaki komşusuna sorarım: “bu işlerin yolunda gitmesine engel olan kişi kim?” Aldığım yanıt hiç beni şaşırtmaz: “mimar...”3

Evet... Sanırım, “sadece AYVALIK için bir program yaratmak” meselesinin ilk adımı, yol haritalarını yırtıp atmak, yerine ceplerimizde duran pusulalarımıza yeniden şans vermek olacaktır. Zira, son çeyrek yüzyıldır ve tüm yer kürede kullanılan o haritalar, bizleri sadece “çıkıştan önceki son profitopolise” ulaştırmaktadır, hedefimiz Ülker yıldızı4 iken üstelik.

Pusulamız ile bulmamız gereken bir diğer yönde, bu şehrin salt “taş evlerden” ibaret olmadığı gerçeğidir. Bu şehrin o taş evlerinde yaşamış 90 yıllık bir geçmiş, gündelik hayatımızın her anında ve yerinde bizlerle temas etmektedir. Ve üstelik onlar, ata topraklarından kalkıp, yollarını bilmedikleri, komşularını tanımadıkları binalarla kurulmuş bir şehrin “ahalisi” oluvermişlerdir bir anda. (aynen gidenler gibi) Üzeri kapatılmış dereler açıkken, üzerindeki “tahta köprülerden geçerken” gözleri ile sevgililerine randevular vermişler, kavga edip hapse girmişler ve selalarda adları okunmuştur. Aynı türküleri dinleyince sigaralarından aynı derin nefesi yudumlayıp, kolcu baskısına direnişin türküsü olan aynı zeybek havalarında oynamışlardır. Özetle bu şehrin insanları vardır ve çok kesin bir yargıyla söylemeliyim ki; bu şehre dair üretilen -iyi niyetlileri de dahil olmak üzere- programların neredeyse tümüne yakınının “sükut-u hayalle neticelenmesinin” yegane nedeni, onlarsız hazırlanmalarındandır.


Bu anlamda programın ilk kabulü: Ayvalık çalışmalarının, Ayvalık'lı ile birlikte ve onların “söz, yetki ve karar” haklarını peşinen onlara teslim etmek olmalıdır.5

Yine bir başka kabulün, bu kentin yapılı çevresi nasıl ki kültürel miras ise, onun aralarında dolaşmış ve kısmen belgelenebilen 350 yıllık sosyal ve siyasi (beşeri) hayatının da o mirasa ortak olduğudur. Örneğin zeytinyağı veya sabun ya da deri fabrikaları olan Ayvalık'ta, işçi sınıfı tarihinden söz etmemek aşırı derecede “soylulaştırmaktır” bu şehri. Şehirdeki 11 kilise çevresinde oluşmuş 11 cemaate (mahalle) bakarak, “güle oynaya yaşayan ve huş içinde yaşayan ruhban bir şehirli sınıf” taahhüllü de gereksiz bir beklentidir bu şehir için. XIX.yüzyılda birbiriyle kıyasıya çatışan iki ayrı cemiyeti (partisi) ve bunların beslendikleri iki ayrı ideolojik damar irdelendiğinde, “yirmibeşbin kişilik mütedein bir ortodoks toplum” hayali kuranlar da büyük bir yanlışlık içinde debelenmektedir. Şehrin, “Kydonia/Cydoniae” ve “Ayvalık/Ayvali” adları ile ve aynı zamanlarda adlandırılması bile, bu şehirdeki iki ayrı sınıfsal/ideolojik grubun çatışmaları ile geçen tarihine dair önemli verilerdir.


Bu bağlamda, atılacak her çalışma adımı, bir arkeolojik alanda, boya fırçası ile kazı yapma hassasiyetinde olmalıdır. Zira “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunarak” atılacak her adım bu şehirde yeniden, “taş üstünde taş bırakmayacak bir yıkım yaratacaktır” kanaatindeyim.


Ve şu an için son kabul, bu kentte yüzü aşan örgüt bulunmaktadır. Ben tümünün eş saygın olduğunu kabul ediyor ve diyorum ki: yeni bir örgüt kurmak bu kente dair yapılabilecek en büyük “hatadır”. Yeni bir örgüt kurmak yerine, “örgütleri örgütleyen” yeni bir çabanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda; Ayvalık çabalarını bir “ağ örgütlenmesi” biçiminde ele alınması, “kaprissiz” ve “rekabetsiz”, tümünü “eş saygın kabul eden” demokratik bir “ağı oluşturmak” bu toplantıyla başlayacak çabaların önemli bir çıktısı olmalıdır.

Bu bir yanıyla, örgüt enerjilerinin ve kaynaklarının doğru kullanılmasını sağlarken öte yanıyla da, “söylecek sözü eyleyecek işi” olan kişiler için ciddi ve önemli bir kamuoyunu inşa edecektir.


SON SÖZ

Ben geçen pazar günü, TMMOB Mimarlar Odası'nca gerçekleştirilen ve Sayın TOKYAY'ın değerli katkılarıyla sunulan etkinlikten bu yana ve her ortamda söylediğim cümleyi, bu değerli hazerunun da varlığından güç alıp yineliyorum: BURADA KİMSE VAR!6





1 Sınıflar arası dengesizlikleri korumaya yönelik olarak ekonomik işlevler yüklenen, doğal ve kültürel zenginliklerinin para kazanmak amacıyla yeniden şekillendirildiği şehir.

2 Bu toplantı katılımcılarının çoklukla mimar olmasından kaynaklı “maruzatımı” anlatabilmek için, bizim alanı tercih etmiş olmam, okuru incitmesin lütfen.

Umarım okur, sataşmalarımdan kaynaklı öfkesini artık dindirmiştir bana karşı...

4 Halk arasında; Türklerin yedi oğlaklar, Arapların yedi kandilli Süreyya ve Yunanlıların ise Pleiades adını verdikleri, boğa burcu öbeğinde bulunan, şeytan uçurtması biçimindeki ve bakıldığında gökyüzünde bulunması en kolay olan takım yıldız.

5 Dört gün önceydi... Her akşam üzeri olduğu gibi kahvede, kahvelerimizi içerken Ayvalık konuşuyorduk. Konuşmanın bir aşamasında yanımızda oturan Suat Bey, telefonuyla facebook arkadaşları ile yazışmayı bıraktı ve bize bakarak, “burası Şeytan Kültür Merkezi” dedi... O güzel ve tam da yerindeki espiri üzerine gülüştük. Eve geldim ve dört gündür o sahne hafızamda dönüp duruyor. Suat Bey bize burada oturun ben de koruk suyu satayım teklifinde bulunmamıştı. Tam da tersi olarak, ben de bu konuştuklarınızın parçasıyım ve ben de varım demişti.

Burada kimse var! 1999 Ağustos depremi ardından, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi'nce çıkarttığımız ve yaşanan acılara karşın, deprem sonrasında örgütlenen toplumcu dayanışmadan kaynaklı bizde oluşan güveni ifade etmek için seçtiğimiz gazetenin adı idi. Ve ben hala ve her şeye rağmen o güven duygumu söndürmeden taşıyorum.








1 Aralık 2014 Pazartesi

AYVALIK'tan KENT DÜŞLERİ

Mehmet Ağabey'in anısına...
Bu kentin sakinleri ile sahipleri arasındaki farkı ortaya çıkaran bir etkinlikteydim dün.

Bu kentte yalnız olmadığım konusunda beni umutlandıran bir gündü, dün. Çok değişik sınıfsal konumlara ve bir o kadar da siyasi çeşitliliğe sahip yaklaşık elli kişi, bir pazar günü saat on dörtte, Ayvalık Ticaret Odası toplantı salonunda yerlerini alıp otururlarken göz göze geldiğim bir kaç tanıdık simaya baş selamı verirken, kendime de hayıflanmıyor değildim: “tamam eski arkadaşlarımla karşılaşacağım ama, yahu şimdi buraya gelmenin ne gereği vardı ki? Hayatımda ilk defa yağmur yağan bir Ayvalık'ın sokakları beni beklerken üstelik!”
...

Ayrılırken salondan, iki saat önceki bu düşüncelerimi düşünmek bile beni utandırıyordu. Zira, “Ayvalık'tan kent düşleri” içinde dolanmış ve yeniden “umutlanmıştım” bu ülkeye dair. Konuşan her kişinin bir düşü dökülüveriyordu dilinden... Yapmaya çalıştıklarım ve yaptıklarımın benzerleri ile uğraşan ve belki de benim erişemeyeceğim bir mesafede gerçekleştiren güzel insanlar ile birlikte olmanın sarhoşluğu idi o an yaşadıklarım.

Eski dostlarımla kucaklaşmak ne kadar mutlu ettiyse beni, aynı kenti yaşayıp bu tanımadığım insanlarla da kucaklaşmanın sarhoşluğu ile etkinlikten ayrılıyordum.

TMMOB Mimarlar Odası Balıkesir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ali ÖZERK açılış konuşmasını yaparken
Etkinlik, Mimarlar Odası Balıkesir Şubesi ile Ayvalık Temsilciliğinin ortaklaşa düzenlediği “AYVALIK DEĞİŞEBİLİR Mİ?” adıyla, 30 Kasım 2014 günü saat 14:00'de, Ayvalık Ticaret Odası toplantı salonunda gerçekleştirildi.

TMMOB Mimarlar Odası Ayvalık Temsilciliği Yönetim Kurulu Başkanı Gündüz İŞGÜDER açılış konuşmasını yaparken
Etkinliğin özeti; Mimar Vedat TOKYAY'ın yakalandığı Ayvalık “hastalığı” sonrasında kendisine dert edindiği iki ayrı mekana, Cumhuriyet Meydanı ve Kırlangıç Yağ Fabrikası mekanlarına dair, bürosunda gerçekleştirdiği “bir çabalar demetinin” sunumu özelinde gelişen “kent tartışmaları” idi.

Mimar Vedat TOKYAY sunumunu yaparken

Tasarımlarının eleştirilen yanları bile - ki eksik donelere karşın Ayvalık için kafa yorması ve onu bir ürüne çevirebilmesi nedeniyle yapacağımız eleştiriler, sayın Tokyay'a verebileceğimiz tek mütevazı katkı olabilir - bu özverili çalışmaya dair hırpalayıcı olmayan bir dille yapılıyor ve her katılımcı, öncelikle onun emeğine teşekkür ederek, kendi kafasındaki “bir Ayvalık düşünü” diğerlerimiz ile paylaşıyordu. Sunum kadar süre tutan “üzerine konuşmalarımız” bir diğerimize eklemlenerek gelişiyor ve sonunda benim yıllardır üzerinde durduğum nihayi cümle ile tamamlanıyordu: “bu kent düşlerimizi ifade edebilecek tek örgüt” Mimarlar Odası'dır.

“Memleketçi” bir işadamı veya İşçi Partisi belediye başkanı adyı ya da bir dernekte örgütlenmiş bir kişi de ve hatta kentte iş yapan bir mimarı da aynı parantez içinde buluşuyor ve “bu kente dair düşlerin” bir diğerine eklemlenmesi sonucunda ulaşılacak başarıyı işaret ediyordu. Bu, yıllarca bir diğerimizi “hırpalayan” rekabetçi söylemin -en azından- Ayvalık'ta tükenmek üzere olduğunu bizlere müjdeliyordu.

Etkinliğin konu odağı sayın TOKYAY'ın “düşleri” ve o düşlerin tasarıma bürünmüş sunumu da olsa, en az onun kadar değerli, bir sunumu da katılımcılar gerçekleştirdi, özetle.

mimar TOKYAY, Kırlangıç Yağ Fabrikası yerine düşündüğü kent odağı olacak kültür merkezi kompleksini anlatırken

Benim son beş aydır üzerinde durduğum, “Ayvalık Dostları Bilgi ve Belge Ağı” nın da artık temel gereksinim olduğunu ortaya çıkaran konuşmalar beni “umutlandırdı”. Şimdi sırada, bu umudun geniş bir katılımcı gurup ile, her türlü “rekabetçilikten” arındırılmış bir işbirliğine dönüştürülmesine kafa yormaya geldi. Ve tabi, bunun için yapılabilecek çağrıyı da Oda'nın üstlenmesine... Oda'nın bu odak olma hali, hem toplumdaki “mimar-oda karşıtlığını” dindirecek ve hem de “rekabetçilikten” arınmış derli toplu bir sesi kamuoyuna duyuracaktır. Bu anlanda ilk yapılması gereken, daha önce “mekan” özelinde düşündüğümüz kent envanteri çalışmasına, “düşler” özelinde ve yeni paralel bir aks daha eklemek zorunluluğudur.

Sanırım “burada kimse var!”



12 Mayıs 2014 Pazartesi

NE KADAR AZIZ ASLINDA BU COĞRAFYADA, AMA NASIL DA BULUYORUZ BİRBİRİMİZİ?


Bu defa ki maceramın adı Samsun oldu... Bir akşam gelen telefon ile başlayan ve üç beş gün sonra ülkenin bir yerindeki şantiyede kendimi buluverdiğim bir maceradır bu seferki...

Bu yazımda; işin niteliği, projenin büyüklüğü, ilişkilerin gerilimi, her akşam biraz daha yükselen "yapma yaşam" filan değil anlatacağım, şantiyenin kapısından sadece 100 metre ilerideki gerçek yaşam...

Baruthane Spor Kulübünün lokali ve oranın "her şeyi" olan Kanca Ali'ye dair yazmak istiyorum.

Kanca Ali ile ilk karşılaşmam, şantiyedeki ikinci sabahımda oldu. Uzun, dağınık beyaz saçlı bir adam arkasına takılan beyaz köpeği ve elinde asa yaptığı bir sopayla şantiyeye girdi. Kararlı adımlarla, daha sonra benim "yukarı mahalle" adını taktığım yüklenici firmanın konteynerlarına doğru geldi ve benim de içlerinde bulunduğum 4-5 kişilik grubumuza bakarak "yetkili kişi ile görüşmek istiyorum!" dedi. Baştan savan cevaplar alınca gruptakilerden yüksek sesle söylenmeye başladı: "siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Arkeolojik sit alanının hemen yanında kazı yapıyorsunuz.... Ben Baruthaneliyim... Yanlış işler yapıyorsunuz..."

Ben, "proje müdürü ile görüşmeniz lazım. Zira bizim o kazı ile ilgimiz yok" diyerek onu proje müdürünün konteynerına yönlendirdim. Ve kendi işlerimizle ilgilenmeye başladım...

Akşam üzeri, çevreyi gezmek ve şayet denk düşersem o adamla tanışmak ve konuşmak amacıyla şantiyeden çıkıp, aşağıdaki gecekondular arasında ilerlemeye başladım. Derken bir kahve ile karşılaştım ve bahçesine girdim. Sabahki "muhalif adam" çay ocağının başında çay dolduruyor, bir iki masa çevresindeki adamlar ise okey oynuyorlardı.

Muhalif adamı selamlayıp bir çay istedim. Ve boş masalardan birisine oturdum. Çayım geldi... İlk yudumumu aldıktan sonra muhalif adama dönüp: "sabah görüştünüz mü proje müdürü ile?" diye sordum ve adam yanıma yaklaşıp "tumturaklı" bir söyleve başladı. Karadeniz şivesi ile, arkeolojik siti, kral mezarını, baruthane deresini, kendisine neden "kanca" lakabı takıldığını, kendisini ve şu an anımsayamadığım bir dizi konuyu içeren söylevini sürdürürken ben "çok haklısınız" dedim, o ocağa yönelip iki çay alıp geri döndü, sandalyeye oturdu ve kaldığı yerden devam etmeye başladı.

Baruthane Spor'dan, tiyatrodan, CHP'den, Samsun'dan... Yani bu sohbetin içeriğine dair aklımın ucuna gelmeyecek yığınla mevzudan oluşan konuşmasını tamamladığında yerinden kalktı ve bir defter ile yeniden geldi. 1970 yılında başlayan bir günlük idi bu... Şiirleri ile sayfaları dolmuş bir defterdi. 70'lerden bu yana nüfus cüzdanıma sahip çıkamamış birisi olarak bu defteri saklayan adama hayran kalmıştım. Bir de ikimizin de aynı kadına, Türkan Şoray'a aşık olduğumuzu görünce çok eylendim... Defterin her iki sayfasından birisinde Türkan Şoray resimleri yapıştırılmıştı... Şaşkına dönmüştüm... Yarım saat içinde öğrendiklerimi sindirmeye çalışıyorken ben, hala kanca Ali konuşmasını sürdürüyordu. İnanılmaz bir şey...

Aklım şantiyedeydi ama durmadan birşeyler anlatan bu efsane adamı susturup gitmeyi de hiç istemiyordum. Bir saat sonra izin istedim ve kalktım.

O günden başlayarak Baruthane kahvesi benim için Samsun'daki en mükemmel yer haline geldi.

Birçok arkadaş edindim. 8-2 kazandıkları son maçı birlikte kutladım. Akşam kerat vaktinde gelip çilingir kuran emekli memurlarla, işsiz dolaşan gençlerle arkadaş oldum.

Baruthane adının öyküsünü öğrendim. Bu mahalleye göç eden Trabzon'lu iki ailenin üç çeyrek yüzyıllık öyküsünü öğrendim. Arazinin, mülkiyetine sahip azınlıklardan alınıp Vakıflar idaresine nasıl devrolduğunu ve kanca Ali'nin ailesi tarafından ekilip biçilen bu toprağın, nasıl bugün Karadeniz'in en yüksek kulesinin de yer alacağı 400 dönümlük bir inşaat alanına çevrildiğini öğrendim... Üzüldüm... Büyük bir ihtiras içinde yapma çevre kurma aşkı ile yanıp tutuşan meslektaşlarımın bürolarına, taşınamamış bu gerçek yaşamı öğrendikçe üzüldüm. Bu ihtirasın, her şeyi sadece geometrik şekillerden ibaret gördüğünü ve sadece geometrik şekillerle egemenlik kurdukları arazinin, insan geçmişi ile yüzleşmek idi beni üzen...

Sürekli her gün en azından bir çay içmeye gittim Baruthane kahvesine. Her gidişimde yeni bir şey öğreniyordum kanca Ali'den. "balıklı çayımı" içiyor, kumbaraya cebimdeki tüm bozukları atıp şantiyeye dönüyordum her gün.

Sorduğu soruları yanıtladığımda ya bir Karadeniz fıkrası ile tamamlıyordu konuşmamızı ya da bir şiirini okuyordu.

Bazen kızgın ve küfürbaz hali ile karşılıyordu beni, bazen de yorgun ve batmış göz ferleri ile uyuklarken.

Aklına geldiği an neyse o, onu yapan 21. yüzyıl hippisi idi aslında kanca Ali ve benden belki de tek farkı, konumu ile barışık olması idi. Ki bu fark çok büyük bir farktı aslında.

Bir gün camekana astığı tiyatro fotoğraflarına bakarak, tiyatrodan konuşmuştuk. kanca Ali aynı zamanda amatör tiyatrocu. Hayatın en zor rol olduğuna kanaat getirdik o gün, sohbetin sonunda "ben şantiyeye döneyim" dediğimde...

En zor rol... Doğaçlama yaptığımızı sanırken, aslında hepimiz için yazılmış aynı senaryoyu sahneliyoruz farklı kostüm ve dekorlarda... Ne üzücü "özgün" değiliz aslında, "monoton, tek düzeyiz". Farklı şivelerimize karşın aynı replikleri tekrar edip duruyoruz, egemenlere karşı...

 Hafta sonu Kavak spora 8 gol attı takımım.

O kumbarada biriken kuruşlarla alınan benzin doldurulan mahalleli arabaları ile gidildi maça.

Naylon poşet içinde çocuklarının formalarını taşıyan anneler doldurmuştu o pazar kahveyi ve biz çayı kaldırımda içmiştik o sabah.

Köfte tezgahındaki delikanlı kanca Ali'nin torunu Barış. O tezgahta pişen yarım ekmek köfte 5 TL...

Sohbetlerimizi her zaman ben bitirirdim, "şantiyeye dönmem gerek" diyerek. Son görüşmemizde o bitirdi...

Çayımızı yudumlarken saat 16 sularıydı, "çocukları antremana götürmeliyim" diyerek kalktı ayağa, bir file dolusu topu sırtladı ve akşam 7 gibi gelirim diyerek gitti.

Arkasından düşündüm ve ilk defa şu geldi aklıma: ne kadar azız aslında bu coğrafyada ama nasıl da buluyoruz birbirimizi? Hayret...











28 Mart 2014 Cuma

YILLAR SONRA SAFRANBOLU'da...

Kastamonu'daki şantiyeyi ziyarete gidecek olan Pericik'e eşlik ederken programım, bir kaç ay önce zamanımı ayarlayıp gidemediğim Kastamonu mimar Vedat TEK Evi'ni doyasıya gezmek idi. Hatta, Düzce yakınlarına geldiğimizde, artık gezi programı tamamlanmıştı kafamda. TEM'den ayrılıp Karabük yönüne doğru yol alırken Pericik'e gelen telefon, bu programı bir başka bahara erteledi ve ben yıllar sonra kendimi  yeniden Safranbolu sokaklarında buldum.

1992 mart ayı...
O sene Şube seçimlerinde oluşturulan liste ile yönetime girmiş ve sekreter üye olmuş idim. Kurulan yönetim dönemi, içlerinde yer aldığım daha sonraki yönetimlerle kıyasladığımda oldukça sakin geçse de, kafamda oluşturmaya çalıştığım ancak bir türlü olgunlaşamayan "Oda'da gençleşme programı" ile boğuşup duruyordum. Bir yandan İstanbul'dan yeni geldiğim ve daha sonra yıllarca sürecek büyük bir yoldaş dayanışması içinde olacağım Ankara'daki kimi arkadaşlarla yeni tanıştığım için büyük bir güven eksikliği içindeydim ve öte yandan da son derece deneyimsiz... Böylesine bir ruh haliyle de başarılı bir program şüphesiz yazıya dönüşemiyordu ama şu tespitleri de diğer arkadaşlar gibi ben de yapabiliyordum:
Şube çalışmaları, yönetimi alan grubun çok yakınındaki bir halka tarafından gerçekleştiriliyor, bunun doğal sonucu olarak çok az etki yaratıyor ve tekrardan öteye geçemiyor... Ekonomik sıkıntılar ve kadrosuzluk nedeniyle, Ankara Şubesi'nin o tarihlerdeki olağanüstü coğrafi büyüklüğü ve heterojen üye yapısı ile yeterince ilgilenilemiyor, 2 sene sonra toplanacak genel kurula kadar geçen süre içinde yeni katılımlar ve dolayısı ile katkılar çalışmalara eklenemiyor... Genel kurullar giderek azalan katılımla ve yinelenen içerikle yapılan tartışmalarla geçiriliyor, seçim ise hep aynı sayıdaki üyenin kullandığı oylarla tamamlanıyor...
Bir yandan ortamı dönüştürme ihtiyacı üzerine "yeni bir oda yaratma" tartışmaları sürerken, öte yandan da çok farklı alanlarda ve çok farklı eylemler deneyerek yaşama geçirmeye çalışıyorduk. Bilgisayar destekli tasarım çalışması, yayın çeşitlendirmesi, güncel mesleki ve politik konulardaki etkinlikler, kenti koruma eylemlerinin çeşitlenerek arttırılması, lokalin açılması, çok değişik üye komisyonlarının kurulması, üniversiteler ile birlikte uzun süren büyük etkinlikler gerçekleştirilmesi, diğer oda ve derneklerle etkin ilişkilerin kurulması, basın ile çok değişik iletişim ortamlarının yaratılması ve -tabi ki en önemlisi- öğrenci temsilciliklerinin çok güçlü katılımla yeniden oluşturulması.

O günlerin birinde, Zonguldak İl Turizm Müdürü olan çok değerli dostum Raif TOKEL'le tanışmam ve birlikte olgunlaştırdığımız Safranbolu Günleri (etkinliğin adı tam böyle miydi iyi anımsamıyorum) bu eylem arayışları ile program yaratma çabalarımızın kesişimi olmuştu. BDT kurslarında tanıştığımız sevgili Zeynep'in yöneticiliğinde, o günlerde mimarlık öğrencisi olan sevgili Ayşegül ve sevgili Tanju'nun öğrenci temsilciliğinde otuza yakın öğrenci dostumuz Safranbolu'ya gitmiş (ki daha sonra DİMP yönetimlerince çok farklı kentte gerçekleştirilen "güz okulları" geleneği bu etkinlik ile başlamıştır), -sanırım- 15 gün süren etkinlik, Ankara Şubesi örgüt birimlerinin katılımı ile toplanan ve ilk kez gerçekleştirilen bir Bölge Toplantısı ile de son bulmuştu.

İşte bu anlamda Safranbolu; hem biz Devrimci Demokrat Mimarlar için 1990 sonrasında oluşturulan yeni programın yeni fikirlerini oluşturmuş ve hem de çok sayıda mimarlık öğrencisinin Oda ile etkin temas kurmasına aracı olmuştu. Bu program, katılımcılarının kaleminden çıkan çok güzel ve çok detaylı anlatımlar dönemin değişik yayınlarında yerini aldığı için, Safranbolu Günleri'ni, ona emeği geçen tüm sevgili arkadaşlarımı bir kez daha ayrı ayrı ve özlemle anarak burada bitiriyorum.

2014 yılı mart ayı...
Cinci Hamamı ile Kazdağlıoğlu Camii arasındaki meydan, beni Ankara'dan  Safranbol'ya getiren otobüsün durduğu son yer idi. Orada iner, yıkıntı ve çöp yığılmış bir alanı atlaya zıplaya geçer, Yemeniciler Arastası'na girip Savaş'ın işlettiği Boncuk'da çayımı yudumlarken, sessizliğin o olağanüstü kuşatıcılığı ile kendimi büyük bir huzurun içine bırakırdım, yaklaşık 25 yıl önce...


Pericik'in arkasından el sallarken, beni bıraktığı "bu meydan sanırım çeyrek asır önceki yer değil" dedim önce kendime. Nasıl dememeliydim ki? Caminin cephesi ve hamamın kiremit kaplı kubbeleri dışında çevremdeki hiçbir şey, o günlerin ben de kalan hafıza görüntüleri ile örtüşmüyordu. O çer çöp yığıntısının olduğu alan, fazla "katı" olsa da dinlenme terasına dönüşmüş, Hükümet Konağı'na giden yolun kenarında "zorlama da olsa" mimari ile uyumlu bir dizi bina inşa edilmiş ama hepsinden ötesinde sakin, arada sırada yürüyen birilerini gördüğünüz o sokaklar, inanılmaz bir devinim  içinde koşuşturan turistlerin akın ettiği bir yere dönüşmüş. Ha! bir de o gün yapılacak Karabük maçına gelen ÇARŞI Grubu'nun tezahüratları... (bu şüphesiz mükemmel idi :) )

İlk işim her gittiğim yerde yaptığım gibi Turizm Danışma Bürosu'na gidip doküman almak oldu. Ve sordum orada tanıştığım Mehmet Bey'e: "Savaş burada mı? Aytekin Bey? Tarihi Fırın duruyor değil mi? Ya Hakan Pansiyon?...

Ve yanıtlar ile dokümanları alıp, çeyrek asır önce viran durumda olan Hükümet Konağına doğru tırmanmaya başladım.



1976 yılında yanan bina yıllarca Kaleiçinde bir dekor olarak durmaktaydı. O yıllarda Safranbolu için yazdığımız birçok yazıda binanın "kent müzesi" olmasını savunduğumuzu anımsıyorum. 2000 yılında Bakanlık, çevresi ile birlikte binayı restore etmeye başlamış. Ve bugün o çatısı çökmüş, sadece çevre duvarları duran konak, restore edilerek  ziyarete açılmış.

Zemin kattaki "bilgi teknolojileri" pavyonu çok fazla "zorlama-sırıtık" kalmışsa da genel anlamda eli ayağı düzgün hoş bir çaba oluş Kent Tarihi Müzesi. Üst katta -o dönemin eşyalarıyla döşendiği kuşku götürse de- kaymakam odası, Safranbolu fotoğrafları pavyonu ve geleneksel halk kıyafetleri ile eşyalarından oluşan üç pavyon bulunmakta. Kaymakam odası girişindeki mankenler sergileme düzenini basitleştirse de taşlıktaki (bodrum kat) sergileme çabaları takdir edilecek düzeyde. Şifa Eczanesi ile Hidayet Sezer Şekercisi (İmren Lokumları) pavyonları, sizleri bugünden kopartıp o günleri götürecek etkide. Diğer meslek pavyonları da hoş düzenlenmiş.

Gittiğim birçok kentte, "kent tarihi müzesi" başlığında çabalar görmek beni son derece mutlu etmekte. Ve bu çaba şüphesiz çok iyi niyetli birkaç kişinin emeği sonucunda ortaya çıkıyor. Ama yine de, nitelik açısından ciddi zayıflıklar içeriyor. Bu konuya özel olarak kafa yormak gerekiyor ve bu nitelik meselesi sergileme mekanı üretmek kadar önemli kanımca.



Kapıda verilen broşürler dışında, bir "yayın satış bürosu" bulunmuyor bu tür yerlerde. Yerel türküler ile hazırlanmış bir müzik CD'si ya da dijital veya basılı çoğaltılmış resim albümleri, bu çok küçük giriş ücretleri ile gezilen müzelere ek gelir kaynakları yaratabileceği gibi, benim gibi sadece gezmekle yetinmeyenler için de bulunmaz bir kültür hazinesi olacak.

Binanın arkasındaki Cezaevi (ki sanırım o da viran haldeydi o vakitlerde) restore edilerek kafe haline getirilmiş ve saat kulesi de elden geçirilmiş. Kule çevresinde "belki hemen akla gelen ilk buluş" gibi gelse de bence gayet "yeriyle barışık duran" saat Kuleleri maketlerinden oluşan bir de park düzenlemesi yapılmış.

Kaleden kente inip turistlerin arasından geçerek yıllardır görüşmediğim Aytekin Kuş'u aramaya başladım. Aytekin Bey bir Safranbolu aşığı idi ve Yemeniciler Arastasında dernekleri yararına maket, kolonya, lokum ve yayın satardı.

Aynı zamanda profesyonel rehberdi. Onu bulmak için Cinci Han'ın karşısındaki Dernek binasına gittim. İçerideki Hatice Hanım'a kendimi tanıtıp, Aytekin Bey'le görüşmek istediğimi söyledim. O da hemen telefonu açtı ve "mimar Kaan Bey burada..." derken Aytekin Bey lafını kesip sordu "h. kaan mı?" çok hoş... Kafilesini bırakıp hemen derneğe geldi Aytekin Bey ve güzel bir sohbet başladı aramızda.

Etkinliklerimizi, orada yaşanan gerilimleri, çıkarttığımız yayınları, toplantı ve gezilerimizi eksiksiz saydı bana. UNESCO Kültür mirası listesine girilmesinde, bu uğraşlarımızın kendilerine nasıl destek verdiğini anlatırken Aytekin Bey; "bizlerin küçümsediği" o uğraşların üzerinden çeyrek asır bile geçse, arkamızda "dimdik durduğunu" farkettim.

Ayrı ayrı tüm dostlarım adına "gurur duydum" anlattıklarından...



Sevgili arkadaşlarım, şayet gitmediyseniz bir süredir Safranbolu'ya ne olur zaman ayırın kendinize ve bir uğrayın.

Ve lütfen, o zamanlardan kalan belki de tek irtibat noktamız Aytekin Bey'i bulup sohbet edin ve hazırladığı yayını da lütfen satın alın.

akşam yemeği : perohi ve güveçte sarma