Kanca Ali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kanca Ali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2014 Pazartesi

NE KADAR AZIZ ASLINDA BU COĞRAFYADA, AMA NASIL DA BULUYORUZ BİRBİRİMİZİ?


Bu defa ki maceramın adı Samsun oldu... Bir akşam gelen telefon ile başlayan ve üç beş gün sonra ülkenin bir yerindeki şantiyede kendimi buluverdiğim bir maceradır bu seferki...

Bu yazımda; işin niteliği, projenin büyüklüğü, ilişkilerin gerilimi, her akşam biraz daha yükselen "yapma yaşam" filan değil anlatacağım, şantiyenin kapısından sadece 100 metre ilerideki gerçek yaşam...

Baruthane Spor Kulübünün lokali ve oranın "her şeyi" olan Kanca Ali'ye dair yazmak istiyorum.

Kanca Ali ile ilk karşılaşmam, şantiyedeki ikinci sabahımda oldu. Uzun, dağınık beyaz saçlı bir adam arkasına takılan beyaz köpeği ve elinde asa yaptığı bir sopayla şantiyeye girdi. Kararlı adımlarla, daha sonra benim "yukarı mahalle" adını taktığım yüklenici firmanın konteynerlarına doğru geldi ve benim de içlerinde bulunduğum 4-5 kişilik grubumuza bakarak "yetkili kişi ile görüşmek istiyorum!" dedi. Baştan savan cevaplar alınca gruptakilerden yüksek sesle söylenmeye başladı: "siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Arkeolojik sit alanının hemen yanında kazı yapıyorsunuz.... Ben Baruthaneliyim... Yanlış işler yapıyorsunuz..."

Ben, "proje müdürü ile görüşmeniz lazım. Zira bizim o kazı ile ilgimiz yok" diyerek onu proje müdürünün konteynerına yönlendirdim. Ve kendi işlerimizle ilgilenmeye başladım...

Akşam üzeri, çevreyi gezmek ve şayet denk düşersem o adamla tanışmak ve konuşmak amacıyla şantiyeden çıkıp, aşağıdaki gecekondular arasında ilerlemeye başladım. Derken bir kahve ile karşılaştım ve bahçesine girdim. Sabahki "muhalif adam" çay ocağının başında çay dolduruyor, bir iki masa çevresindeki adamlar ise okey oynuyorlardı.

Muhalif adamı selamlayıp bir çay istedim. Ve boş masalardan birisine oturdum. Çayım geldi... İlk yudumumu aldıktan sonra muhalif adama dönüp: "sabah görüştünüz mü proje müdürü ile?" diye sordum ve adam yanıma yaklaşıp "tumturaklı" bir söyleve başladı. Karadeniz şivesi ile, arkeolojik siti, kral mezarını, baruthane deresini, kendisine neden "kanca" lakabı takıldığını, kendisini ve şu an anımsayamadığım bir dizi konuyu içeren söylevini sürdürürken ben "çok haklısınız" dedim, o ocağa yönelip iki çay alıp geri döndü, sandalyeye oturdu ve kaldığı yerden devam etmeye başladı.

Baruthane Spor'dan, tiyatrodan, CHP'den, Samsun'dan... Yani bu sohbetin içeriğine dair aklımın ucuna gelmeyecek yığınla mevzudan oluşan konuşmasını tamamladığında yerinden kalktı ve bir defter ile yeniden geldi. 1970 yılında başlayan bir günlük idi bu... Şiirleri ile sayfaları dolmuş bir defterdi. 70'lerden bu yana nüfus cüzdanıma sahip çıkamamış birisi olarak bu defteri saklayan adama hayran kalmıştım. Bir de ikimizin de aynı kadına, Türkan Şoray'a aşık olduğumuzu görünce çok eylendim... Defterin her iki sayfasından birisinde Türkan Şoray resimleri yapıştırılmıştı... Şaşkına dönmüştüm... Yarım saat içinde öğrendiklerimi sindirmeye çalışıyorken ben, hala kanca Ali konuşmasını sürdürüyordu. İnanılmaz bir şey...

Aklım şantiyedeydi ama durmadan birşeyler anlatan bu efsane adamı susturup gitmeyi de hiç istemiyordum. Bir saat sonra izin istedim ve kalktım.

O günden başlayarak Baruthane kahvesi benim için Samsun'daki en mükemmel yer haline geldi.

Birçok arkadaş edindim. 8-2 kazandıkları son maçı birlikte kutladım. Akşam kerat vaktinde gelip çilingir kuran emekli memurlarla, işsiz dolaşan gençlerle arkadaş oldum.

Baruthane adının öyküsünü öğrendim. Bu mahalleye göç eden Trabzon'lu iki ailenin üç çeyrek yüzyıllık öyküsünü öğrendim. Arazinin, mülkiyetine sahip azınlıklardan alınıp Vakıflar idaresine nasıl devrolduğunu ve kanca Ali'nin ailesi tarafından ekilip biçilen bu toprağın, nasıl bugün Karadeniz'in en yüksek kulesinin de yer alacağı 400 dönümlük bir inşaat alanına çevrildiğini öğrendim... Üzüldüm... Büyük bir ihtiras içinde yapma çevre kurma aşkı ile yanıp tutuşan meslektaşlarımın bürolarına, taşınamamış bu gerçek yaşamı öğrendikçe üzüldüm. Bu ihtirasın, her şeyi sadece geometrik şekillerden ibaret gördüğünü ve sadece geometrik şekillerle egemenlik kurdukları arazinin, insan geçmişi ile yüzleşmek idi beni üzen...

Sürekli her gün en azından bir çay içmeye gittim Baruthane kahvesine. Her gidişimde yeni bir şey öğreniyordum kanca Ali'den. "balıklı çayımı" içiyor, kumbaraya cebimdeki tüm bozukları atıp şantiyeye dönüyordum her gün.

Sorduğu soruları yanıtladığımda ya bir Karadeniz fıkrası ile tamamlıyordu konuşmamızı ya da bir şiirini okuyordu.

Bazen kızgın ve küfürbaz hali ile karşılıyordu beni, bazen de yorgun ve batmış göz ferleri ile uyuklarken.

Aklına geldiği an neyse o, onu yapan 21. yüzyıl hippisi idi aslında kanca Ali ve benden belki de tek farkı, konumu ile barışık olması idi. Ki bu fark çok büyük bir farktı aslında.

Bir gün camekana astığı tiyatro fotoğraflarına bakarak, tiyatrodan konuşmuştuk. kanca Ali aynı zamanda amatör tiyatrocu. Hayatın en zor rol olduğuna kanaat getirdik o gün, sohbetin sonunda "ben şantiyeye döneyim" dediğimde...

En zor rol... Doğaçlama yaptığımızı sanırken, aslında hepimiz için yazılmış aynı senaryoyu sahneliyoruz farklı kostüm ve dekorlarda... Ne üzücü "özgün" değiliz aslında, "monoton, tek düzeyiz". Farklı şivelerimize karşın aynı replikleri tekrar edip duruyoruz, egemenlere karşı...

 Hafta sonu Kavak spora 8 gol attı takımım.

O kumbarada biriken kuruşlarla alınan benzin doldurulan mahalleli arabaları ile gidildi maça.

Naylon poşet içinde çocuklarının formalarını taşıyan anneler doldurmuştu o pazar kahveyi ve biz çayı kaldırımda içmiştik o sabah.

Köfte tezgahındaki delikanlı kanca Ali'nin torunu Barış. O tezgahta pişen yarım ekmek köfte 5 TL...

Sohbetlerimizi her zaman ben bitirirdim, "şantiyeye dönmem gerek" diyerek. Son görüşmemizde o bitirdi...

Çayımızı yudumlarken saat 16 sularıydı, "çocukları antremana götürmeliyim" diyerek kalktı ayağa, bir file dolusu topu sırtladı ve akşam 7 gibi gelirim diyerek gitti.

Arkasından düşündüm ve ilk defa şu geldi aklıma: ne kadar azız aslında bu coğrafyada ama nasıl da buluyoruz birbirimizi? Hayret...