Ahmet Yorulmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Yorulmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2024 Pazartesi

ŞARK YILLIKLARINA GÖRE AYVALIK'taki "bakkal" ve "şekerlemeci" ESNAFI

(fotoğraf.01) 1900'lerdeki bir İzmir "bakkalı".
(kaynak: x.com)
 
"L'Indicateur Ottomanüzerinde  yaptığımız 1881-1922 yılları Ayvalık'ı okumalarına devam ediyoruz. Bugün o yıllarda görev yapan ve yıllığa reklam veren  "bakkal" ve "şekerlemeci" esnafına değineceğiz.

BAKKALLAR
Diğer ülklerde olduğu gibi Osmanlı'da da "bakkallık" ciddi bir sermaye birikimi sağlayan ticaret koluydu. Bu sermaye birikimi konusunda, Eminzadeler ve Gümüşlü fabrikası hakkkında yaptığım bir değerlendirmede;
"... 1914-1918 yılları arasında -veya sonrasında- Kırım göçmeni Eminzadeler önce Karaman'a yerleşirler. Burada yaşayamayacaklarını anlayan aile Balya (Balıkesir) Karaayıt'a yerleşir. Eminzade Hafiz Ali, burada binlerce işçi çalıştıran Karaayıt Madenlerinde bir bakkal dükkanı açar. Bu bakkal dükkanı aileye önemli bir servet kazandırır."
diye yazmıştım  (Köksal,2024:[10]).

Ayvalık'ta da ciddi "kâr yapılan bu alanda" 1894-1922 yılları arasında, "L'Indicateur Ottoman"da 17 bakkalın adı ile karşılaşılmıştır. Bu bakkalların adları söyledir;
A. Agiostratidi
P. Armadas
J. Charalambos ve Ort.
P. Charalambos ve Ort.
A. Chryssomilas
A. Courachanis
A. Kelmelis
Karavotsakismeno Kardeşler
Moumtzis Kardeşler
Moumdjis Kardeşler
A. Petras
N. Petras
D. Petras
C. Psaras
P. Psaras
P. Yanaquellis (Yannakelis ve P. Yannakelis)
P. Yarleli

Bunlar içinde A. Petras, D. Petras ve N. Petras ile C. Psaras ve P. Psaras' ın kardeş veya baba-oğul olabileceği düşünülmelidir. Bakkalların adları ve çalışma sürelerini (tablo.01)'de görülmektedir.

(tablo.01) 1894-1922 arası çalışan bakkallar listesi.
(kaynak: SALT Araştırma)
.: büyütmek için tabloya basınız :.

ŞEKERLEMECİLER
Bundan 6-7 yıl evvel sempozyum hazırlıkları sırasında Ahmet Yorulmaz ailesi ile röportaj yapmak için, sevgili Cafer (Çaylan)'le birlikte Gömeç/Dursunlu'ya gitmiştik. 

Röportajın bir yerinde Semra ve Volkan Berksu, Yorulmaz'ı anlatırken:
...
VB     - Mahmut Ağabey'in yanında çalışıyordu... Şekerci dükkanında çalışıyor. Hatta ...
CÇ     - Mahmut Ağabey, Mahmut Amca Ayvalık'ın ilk şekercisi mi?
VB     - Evet ilk şekercisi.
SB     - Şeker üretiyorlardı. Kendileri yapıyorlar...
VB     - Akide şekeri...
CÇ     - Di mi? O zaman verdikleri akide şekeri...
SB     - Akide şekeri yapıyorlar. Eniştem de hatta hamur işinde çalışıyor.
VB     - Evet.
SB     - Şeker hamurla yaparken. Karın kaslarım o sıcaktan etkilendi dedi.
demişti (Köksal,2019).

O yıl ya da bir yıl sonra Psarros'un kitabına sahip oldum. Psarros kitabında, "Zacharos Papoukas" (Ζαχαρως Παπούκα) mahallesinden, bugün Talat Paşa caddesi dediğimiz yolun "dere" (ποτάμι) olduğu günlerden bahetmekte ve "Louli'nin ahşap köprüsü" (Σανίδα του Λουλη) ile "şekerci Louli" (Ζαχαροπλαστείο Λουλη)'den söz etmekteydi (Psarros,2017:196). 

Bu iki olay da, Ayvalık'taki "şekercilik" hakkında temel bilgileri vermekte idi.

"L'Indicateur Ottoman"lar da Ayvalık'ta 1902-1922 yılları arasında 10 şekerlemecinin adını vermektedir.

Bu şekerlemicilerin adları söyledir;
G. Angelidės
C. Bouyouka
J. Chademenos
P. Dimitrakelis
E. Ducas ve Ort.
A. Loulis
M. Saltas
P. Sotiriou
C. Vouyouka
A. Zacharis

Büyük olasılıkla Psarros'un bahsettiği kişi de A. Loulis olmalıdır. Bu kişileri gösteren tablo aşağıdadır (tablo.02):

(tablo.02) 1902-1922 arası çalışan şekerlemeciler listesi.
(kaynak: SALT Araştırma)
.: büyütmek için tabloya basınız :.

--- 
KAYNAKÇA
Köksal, H.K. (2024).
Gümüşlü zeytiyağı, sabun ve prina fabrikası için bir tarihçe denemesi, 31 Mayıs 2024 toplantı dokümanı.

Köksal H.K. (2019).
Semra ve Volkan Berksu ile 19.1.2019 günü yapılan görüşmenin bant kaydı. 2.bant, 00:05:17-00:05:47 arası.

Psarros, D.E. (2017).
Το Αιβαλι kαι η Μικρασιατικη Αιολιδα, (εκδ.) Κωστουλα Σκλαβενιτη, Μορφωτικό Ιδρυμα Εθνικης Τραπεζης, Αθηνα.


 

31 Ekim 2023 Salı

AHMET YORULMAZ'ın İKİNCİ ÇEVİRİSİ: Ilias Venezis'in "Martılar" adlı öyküsü (1971)

(resim.01) Varlık Dergisi Nisan 1971 sayı: 763
(koleksiyon: Taylan Köken | fotoğraf: Hayri Kaan Köksal, 2019)

Ahmet Yorulmaz, bir "kaynak" bulmanın mutluğu ile peş peşe çevirilerini yayımlamaya başladı. Bu çevirilerden ikincisi, 1 Nisan 1971 günü "Varlık Dergisi" 763. sayısında yayımlandı. Öykü, bir Ayvalıklı yazar olan Ilias Mellos Venezis (Ηλίας Μέλλος Βενέζης)'in, Ege Hikayeleri'nden "Martılar" adlı kısa hikayesi idi  (Köksal,2015).

Ilyas Venezis 4 Mart 1904 tarihinde Ayvalık'ta doğan ve 3 Ağustos 1973'te Atina'da ölen Helen roman ve öykü yazarıdır. Yunanistan'da 1930 kuşağının başlıca temsilcilerinden biri olmuştur. 

Ayvalık’ta doğdu ve burada lise eğitimini tamamladı. Kurtuluş Savaşı (1919-1922) sırasında ailesiyle birlikte Midilli’ye göç etti. 1919’da İzmir işgali ile Anadolu topraklarına geri döndü. Bölge Türk ordusu tarafından geri alındığında, bir “işçi taburuna” konulara, "31328" numarayı almak için yoğun mücadele verdi. Bu dönem yaşadıklarını hem "Numero 31328 amele taburu" adlı romanından hem de, "ilk on günü" ablası Agapi Molivyatis (Αγάπη Μολυβιάτη)'nin kaleminden "On günün günlüğü" adlı romanlarından öğrenmekteyiz (Venezis,2015; Molivyatis,2005).

Serbest bırakılınca Midilli'ye geri döndü. Orada haftalık Kampana gazetesini kuran Stratis Myrivilis (Στράτης Μυριβήλης) (Takma adıdır. Gerçek adı Efstratios Stamatopoulos (Ευστράτιος Σταματόπουλος)) ile tanıştı ve gazeteye Türkiye günleri hakkında bir rapor yazması için teşvik edildi. Yunanistan'da, boş zamanlarında yazmaya devam ederken aynı zamanda bir bankada çalıştı. 1938'de, Ayvalıklı Stavritsa Molyviati (Σταυρίτσα Μολυβιάτη) ile evlendi. Ekim 1943’te Yunanistan’ın Almanya tarafından işgal edilmesi sırasında esir alındı ve  Averof (Αβέρωφ) cezaevlerinde (Korydallos Cezaevi Kompleksi, Atina, 1971'de yıkıldı) ölüm mahkumlarının olduğu C blok koğuşuna kapatıldı. Savaş sonrasında Akropolis (Ακρόπολη) gazetesinde bir köşe yazısı yazdı ve Atina Akademisi üyesi oldu
[ * ]

Öyküdeki yazım hataları olduğu gibi alınmıştır. Tırnak içinde ([ ] düz olarak) doğru sözcük yazılmıştır.

YUNAN HİKAYESİ 
MARTILAR
ilias venezis
ILIAS VENEZIS Anadolu'da doğdu (Ayvalık 1904). Günümüzün en ünlü Yunan hikâye, roman ve seyahat yazarlarından. Bir ara Devlet Tiyatrosu Müdürüydü. Akademi üyesidir.
Uluslararası bir üne erişen Venezi'nin, bir hikâyesini aşağıda sunuyoruz.

Lesbos'un kuzeyinde, Petra ile Molva arasında küçük bir ada var; çıplak ve ıssız. Adı olmadığından, o denizlerde çalışan balıkçılar ona, düpedüz "ada" derler. Bir tek ağacı yoktur, fundalıktan başka. Üç mil ötedeki Lesbos dağları, çizgi ve renkten yana tabiî bir armoni bestelerler. Bu cömertliğin yanında çıplak ada, sert çizgileriyle daha da ıssız kalıyor. Tanrı, ilk yedi günde, denizlerini ve karalarını yaratırken dünyanın, onu unutmuş olmalı.

Ama yeryüzünün bu çıplak şeridinde, yazları, güneşin sonsuz denizlere düşüşünü görebilirsin: Sular renklenir, her an değişir, dalgalarda erir. Berrak akşamlarda, uçsuz denizde, Aynaroz dağlarını seçebilirsin. Sonra bu, gelmekte olan geceyle birlikte sönmeye başlar. O saatte, ıssız adada bir başına oturan Barba Dimitri, hayat ve insanlarla tek bağlantısını sağlayan son hareketi yapacak, deniz fenerini yakacaktır. Işık, yanmaya başlayacak, sönecek, tekrar yanacak, tekrar sönecek... İnsan yaşamının vazgeçilmez, sert güçleri olan talih ve ölüm gibi!

İhtiyar fener bekçisi, gece havanın dönmesi, suların kabarması ihtimaline karşı sandalı kuma çekti, sağlamladı. Fenere yönelmeden önce, son bir defa daha baktı sandala:
- «Sonunda, bu yolculuk da bitti... » dedi yavaşça.

Kendi kendine söyledi. bunları ve sustu. Bu yolculuk, karşı sahile ayda bir defa yapılırdı. Un, yağ gibi ihtiyaçlar için giderdi. Başlangıçta, her seferinde, bütün gününü köyde geçirirdi. Eski dostlarıyle konuşur, insanların harp edip etmediklerini, ya da sulh içinde olup olmadıklarını öğrenir, memleketi ve dünya üzerine yeni haberleri alırdı. 

Gümrük Muhafaza Memuru, aylığını verirdi:
«Eh Barba Dimitri, yeni ayada hayırlasiyle!»

İhtiyar başını sallayarak teşekkür ederdi:
«Hayırlısıyle... ömrümüz varsa oğlum...» derdi.

Adaya döneceği zamana kadar kalan vaktini de, kayalıktaki yüz basamaklı küçük Panaya Kilisesinde geçirirdi. Eski ikonan önünde ellerini bağlar, ilkin Anadolu'da kaybolmuş iki oğlu, bütün insanlar ve sonunda da kendisi için dua ederdi:
«Yaşıyorlarsa, koru onları!» diye yakarırdı. «Kinden ve kötü saatten esirge...»

İhtiyarımız bacakları titrerken, duadan yana ne biliyorsa, mırıldanır, dururdu. 

Gözleri buğulanırken de söyle derdi:
«Benim de dinlenme zamanım geldi!»

Her seferinde, daha da hafiflemiş bir ruhla yüz basamağı inerdi. Yolda durup, onyamakta [oynamakta] olan küçükleri seyrederdi. Hepsi onu tanır, gördüklerinde feryadı basarlardı:
«Barba Dimitri! Barba Dimitri!»

Fındık alıp, aralarında bölüştürürken, çocuklar memnun bağırırlardı:
«Gene gelmekte gecikme derdi! Gecikme...»

Her seferinde, her yolculuğunda böyle olurdu. Ama yıllar geçtikçe, insanlardan uzaklaşır olmuştu. Yalnızlık günden güne kendini hissettiriyor, bütün ağırlığıyle üstüne çöküyordu. Her gelişinde, işleri için ayırdığı zamanı azaltıyor, köyde daha az kalıyordu.

Kayalıktaki kiliseye de gitmez olmuştu artık.

Suçluyormuşçasına da:
«Affet beni, çünkü takatim yok» diyordu Allah'a. «Takatsizliğimi görmen için her zaman ricada bulunabilirim.»

Ve adasına dönüşünde, her yolculuktan sonra, geç vakte kadar bekler, yıldızların altında ibadetini yapardı.

Haberleri, dünya olaylarını da sormuyordu; herşeyden [her şeyden] habersizdi. Dünya, günden güne ıssız adası etrafında daralıyor, güneşün [güneşin] dönüşüyle çıkan renkler ve uçsuz denizle kapanıyordu.

Bazı bazı, adasına gelen balıkçılarla konuşurdu. Havadan sığınmak zorunda kalan balıkçılar, dalagların [dalgaların] kırıldığı sahilde konaklarlardı. Talihlerinden, dertlerinden bahsederlerdi. Çoğu gece, sabahlarlardı orada. O zamanlar, güneş ışıyana dek, diğer konuşmaları bittiğinde, iki oğlundan laf etmek sırası gelirdi.
«Kimbilir [Kim bilir]» derdi balıkçılar, «Belki yaşıyorlardır, geleceklerdir Barba Dimitri. Geri dönen martıların gibi...» 

Konuşmuyordu. Olgun gözleri hareketsiz, gecenin karanlığına çakılıydı.
- «Evet Barba Dimitri, martıların gibi... öyle dönüp gelebilirler. Umutsuz olma.»

O zaman balıkçılar, bunu fırsat bilerek konuşmayı ihtiyarın martarına getirirlerdi.
- «Doğru mu?» derlerdi, «Nasıl ehlileştirebildin onları Barba Dimitri? Hiçbir yerde duyulmamıştır martıların evcilleştirilmesi...»
- « Böyledir evládım» diye mırıldanırdı o. «Herşey [Her şey] burada evcilleşir. Sadece insan...»

Bildikleri, karşı karada oturan herkesin bildiği martıların hikayesini, gene anlatmasını isterlerdi: Kayalıklarda bulmuştu onlari... küçük ve tüysüz. Mevsim kıştı. Acıdı fenerin yanındaki kulübesine taşıdı. Tuttu, büyüttü ağlarına takılan küçük balıklarla besledi. Bir gün onları, isimlendirmek esti aklına:
- «E, ne ad verelim sana?» Kalbinde ve hayalinde iki çocuk yüzü beliriyordu; küçüktüler, sesleniyordu onlara.»
- «Neticede, sana Vasilaki diyeceğiz dedi bir kuşa, Sana da Argiri...»

Böylece, oğullarının adlarıyle [adlarıyla] çağırmaya başladı onları. Ve martalar da yavaş yavaş alıştılar buna.

Bahar gelip de büyüdüklerinde, bir sabah, kuşları kapalı tutmanın günah olduğunu düşündü. Azad etmeyi kararlaştırdı. Büyük kamış kafesi açtı, birini tuttu, avuçlarına alarak sevdi. Hafif hissetti kendini:
- «Haydi bakalım Vasilis dedi kuşa, ve uçup gitmesi için avuçlarını açtı.
Kuş uçtu, gitti
Diğer kuşu da çıkarıp sevdi, sonra saldı. O gün herşey [her şey] sakindi. Gece de öyle... Sadece yalnızlığını duydu daha da.»

Ayni [Aynı] akşam, daha erken içeriye çekilmişti. Küçük kulübesinin penceresinde hafif vuruşlar duydu... Dikkat kesilip baktığında, inanamadı! Oğulları dönmüş gibi, sevincinden uçuyordu!

Martıların girmesi için kapıyı açtı,

O zamandan beri böyle oluyordu. Kuşlar sabahleyin kaçıyor, karşıdaki Anadolu sahillerine, daha ötedeki Sığrı'ya kadar gidiyor, akşamları da dönüyorlardı. Diğer martılarla birlikte avlanıyor, çok defa da ıssız adanın üstünde uçuyorlardı. Alçaldıklarında, kanatlarının altındaki kül rengi işaretlerden ayırdedebiliyordu [ayırt edebiliyordu] ihtiyar onları. Şayet sandaliyle [sandalıyla] gitmede ise, etrafında dolanıyor, üstlüne pisliyorlardı. Çevredeki balıkçılar da bellemişti onları. Gördüklerinde, gülüşerek bağırırlardı:
- «Hey Vasili... Hey Argi»

Issız adada günler böyle geçiyordu. Biri, öteki, geçeni, gelecek olanı... Heyecanız bir sıra izleyen, ölümden gayrı korkusu olmayan geceler, gündüzler..

Bir akşam, alışılmışın dışın da bir şey oldu: Martılar dönmedi! Ne ertesi gün, ne de gecesi görünmediler.

İhtiyar:
- «Belki uzağa gitmişlerdir» diye düşündü kendi kendine, huzursuzluğunu gidermek istercesine.

Ertesi sabah alıştığı gibi, fenerin eşiğine oturdu, denize baktı. Bir ara denizin, bir mil kadar ötede yol yol olduğunu, yunusların oynaşarak geçtiğini sandı. Çok kere yunusların açıktan geçtiğini görmüştü. Sudan fırlayışlarını, sonra da dalaşlarını izlerdi.
- «Şimdi de yunuslar olacak» dedi.

Fakat biraz sonra, yunus olmadıklarını açıkça gördü. Hayretle:
- «İnsan bunlar!» dedi.

Sahile inip, bekledi. Birazdan bir kızla, bir erkek olduklarını anladı. Yanyana [Yan yana ], güven dolu ağır hareketlerle yürüyorlardı. Hafif dalgalar, açtıkları yollarda eriyordu.
- «Ne istiyorlar acaba?» diye düşündü,

Bir başka defa insanların, yüzerek buraya geldiklerini hatırlamıyordu. Hem etrafta, atladıklarını gösterecek bir sandal da yoktu.

Az zaman sonra geldiler. İki islak vücut sahilde silkindiler. Oğlan çocuğu, kollarını yukarıya kaldırarak, kızın gözlerine bakar, derin nefes alırdı:
- «Ah! derdi Ne kadar güzeldi!»

Kız da kollariyle [kollarıyla] ayni hareketi yaptı:
- «Ne iyiydi!» 

Sonra fener bekçisine doğru yürüdüler.
- «Fenerin Barba Dimitri'si sen misin?» der oğlan. 

Kızgın güneşin altında çıplak vücudu parlayan kızın karşısında utanma dolu, başı eğik duruyordu.
- «Benim» diyor heyecanla, «Başınıza bir hal mi geldi?» Oğlan cevap vermede acele ediyor:
- «Yo, hayır. Dün arkadaşımla bu işi yapalım dedik ve işte geldik.»

İhtiyar merakla sorar:
- «Nereden?»
- «Karşıdan... Petra'dan.»

Barba Dimitri ne diyeceğini kestiremez, mırıldanır sadece: 
- «Yabancıların bu şekilde kendisine geldiklerini hatırlamıyordu.»

Fenere tırmanmaya başladılar.

O önde, çocuklar arkada yürüyorlardı. Onsekiz, ondokuz yaşından yukarı değillerdi. Önde yürüyor, dinlenme sorumluluğunu hatırlatan yaşının ağırlığını, omuzunda duyuyordu.

Fener taşına oturdular. Önlerindeki Ege limanlıktı ve üzerindeki güneş titriyordu.     
- «Nereden geliyorsunuz?» diye sordu ihtiyar.

Kız:
- «Atina'da öğrenim yapıyoruz» dedi. Ben kimyada, arkadaşım da teknik üniversitede.»

İhtiyar anlamaksızın mırıldanır:
- «A sahi mi!...»
- «Atina'ya gittiğin olur mu hiç, dede?» diye sorar kız.
- «Hayır», der o «hiçbir zaman.»
- «İster miydin şimdi?»
- «Hayır yavrum, şimdi geç artık.»
- «Çok yalnız olmalısın burada dede.»
- «Çok yalnızım yavrum.»

Sustular. Biraz zaman geçti. Yüksekten bir martı sürüsü geçti, İhtiyar kalkar, tatlı ikram etmek üzere, kulübesine girer. Küçük penceresinden, uzandıkları yerde iki çocuk görmektedir. Vücut ve yüzlerinde deniz suyu damlaları titreşmektedir hâlâ. Tanrısal bir sağlık, gençlik... Güneşin insafsızca yaktığı, denizin kaynattığı iki bronz heykel... Kızın siyah saçları omuzlarına düşmektedir; iri siyah gözlerinde de ağır bir ışık yürümektedir. Oğlan doğrulur, büyüleyen ağır ışık yüze eğilir. Narkozlu gibi bakar, sonra elleriyle okşamak üzere uzanır.

- «Hrisula...» diye, sadece ismini mırıldanır. Dudakları da heyecandan titrer.

İri siyah gözler kalkar, oğlanın yüzüne dikilerek bir süre hareketsiz kalırlar. Sonra ellerini oğlanın başına dolar, ateşli öper.

Çıplak adada bu kutsal saatte, herşey [her şey] rahat ve tabidir. İhtiyar insanın da yüreğinde ayni doğallıktadır bu. Bu yaz sabahında taşkın ve buruktur. Durgun suların, sessizliğini anssızın gelip, dalgalandıran bu körpelik.

Kız, dışardan seslenir: 
- «Dede, biz de gelelim mi içeriye?»
- «Geliyorum ben!» der heyecanlı «Geliyorum!»

Onlara tatlı, badem ve su getirmişti.

Kendini affettirmek istercesine mırıldanır:
- «İkram edecek başka şeyim yok...»

Kız ellerinden tutar, yanına oturtmak ister:
- «Otur, otur dede.»

Oturur.
- «Yarın da gelin.» der «Sizler için geceden balık avlarım.»

Kız hayıflanarak cevap verir:
- «Yarın gidiyoruz. Burada bu kadar kaldık da gelemedik. Hep böyle yalnız mısın dede?
- «Hep evlâdım.» 
- «Ah, şimdi anlıyorum martılar neymiş...» diye söylenir kız.
- «Evet evladım, budur yalnızlık.»

Biraz sonra kız gene:
- «Onları affetmem dede» der, «Bilselerdi asla yapmazlardı.»

İhtiyar anlamaz, şüpheli sorar:
- «Kimlerden bahsediyorsun evlâdım?»
- «Martları öldürenlerden bahsediyorum Barba Dimitri. Dostumuzdurlar.»

Anlamıştır. Dizleri titriyor, kalbi çarpıyor. Soruyor alçak sesle:
- «Öldürdüler mi? dedin.»
- «A, bilmiyor muydun daha?...»

Çocuk dudaklarını uzatıyor fakat iş işten geçmiştir. Hikayesini anlatır:
- «Bütün gençler avlanıyorlardı. Sonra sahile inmişlerdi. İki martı sürüden ayrılıp, alçalmışlardı. Dostlar da tecrübe için tetiği çekmişti... Sonra yakında bulunan bazı balıkçılar kül rengi kanatlarından tanımışlardı.»
- «Bir şey değil, iki martıydı.»
- «Bilmiyorlardı dede» diyor sıcak sesiyle kız. İhtiyarlamış yüzde gördüğü sağır acıma, duygulandırmıştı onu: «Bilmiyorlardı...»

İhtiyar, sonra başını sallar inanmışcasına:
- «Evet, evet evladım. Her halde bilmiyorlardı.» 

Yunancadan çeviren: 
Ahmet YORULMAZ

---

KAYNAKÇA
Molivyatis, A. (2005).
On günün günlüğü, (çev.) Kosta Sarıoğlu, İstanbul: Albatros Yayıncılık.

Köksal, H.K. (2015).
KOMŞUM VENEZIS, 6 Ocak 2015, son erişim: 14 Ekim 2023, cumartesi.

Venezis, I. (2015).
Numero 31328 amele taburu, İstanbul: Belge Yayınları.

Yorulmaz, A (1971).
Martılar, Ilias Venezis, (çev.) Ahmet Yorulmaz, İstanbul : Varlık s.:763, sf.: 33-34.












12 Ekim 2023 Perşembe

AHMET YORULMAZ ÇEVİRİLERİ: Foti Kondoğlu'un "Kaptan Stelyo ve Vasis Efendi" adlı öyküsü (1971)

(resim.01) Varlık Dergisi Haziran 1971 sayı: 765
(koleksiyon: Taylan Köken | fotoğraf: Hayri Kaan Köksal, 2019)
 
Ahmet Yorulmaz'ın üçüncü çevirisi yine Varlık Dergisi'nde yayımlandı. Bir Ayvalıklı olan Foti Kondoğlu'nun kısa öyküsü olan "Kaptan Stelyo ve Vasıs Efendi(Varlık,1971:32)

Fotis Kontoğlu (Φώτης Κόντογλου) 8 Kasım 1895'te, gerçek adı Photios Apostolelis (Φώτιος Αποστολέλης) olarak  Ayvalık'ta doğdu. Yunan yazar, ressam ve ikonograftır. Yunanca deyim araştırmaları yaptı, edebiyat ve resim çalışmalarında bulundu. En önemli Bizans ikonacılarının temsilcisiydi. “Otuzların doğuşu” düşünce akımını kurdu. Nikolu Apostelli (Νικολού Αποστέλι) ve Despos Kontoğlu (Δέσπως Κόντογλου)’nun oğludur. 

Bir yaşında babasını kaybetti, üç kardeşiyle birlikte dayısı Aya Paraskevi (Tımarhane Adası)’deki başpapaz Stefanos Kontoğlu (Στέφανος Κόντογλου)’nun yanına girdiler. Çocukluk ve gençlik yıllarını Ayvalık’ta geçirdi. 1912'de Ayvalık Lise'sine başladı. Mélissa (Μέλισσα) adında süreli bir yayın çıkaran bir öğrenci topluluğunun üyesi oldu. Kontoğlu bu derginin resim süslemelerini yapıyordu. Daha sonra Atina’daki güzel sanatlar okuluna devam etti ama mezun olamadı. 1914'te öğrenimini Paris’te devam etti. Aynı zamanda Illustration dergisinde çalıştı, 1916′da ikona kitabı yapmasını sağlayan olan ilk ödülünü Knut Hamsun’dan aldı, 1917′de İspanya ve Portekiz’i, 1918′de de Fransa’yı gezdi. İlk edebi eserini Pedro Cazas’ı yazdı. I. Dünya Savaşı'nın sonunda 1919′da yurduna döndü. Yeni İnsan (Neo Antropi : Νέο Αντροπή) adında bir manevi topluluk kurdu.

1923'te Aya Oros’u (Aynoros) gezdi, oradan Bizans resmini keşfetti, birçok çizim yaptı ve yazı yazdı. 1925'te Neo İyonya’da Maria Hacı Kaburi (Μαρία Χατζή Καμπούρη) ile evlendi. Atina Belediyesi’nde ressam olarak çalıştı. 13 Temmuz 1965'te Atina’da öldü.

Yorulmaz, buradaki kısa öyküyü "Yurdum Ayvalık" (Το Αιβαλι Η Πατριδα Μου) kitabından almıştır. Kondoglu kısa öykülerinden oluşan bu derlemede, çok sevdiği memleketi Ayvalık'ı anıyor ve  hikayelerini kaydetmiştir. 

İyi okumalar...

[ * ]

Yunan Hikâyesi 
Kaptan Stelyo ve Vasif Efendi
Foti Kondoğlu

FOTI KONDOGLU, Yunanistan'ın çağdaş yazar ve ressamlarındandır. Çoklukta kilise ressamı (aziz tasvircisi) olarak tamamlamıştır. Aşağıdaki parçayı ünlü Yurdum Ayvalık adlı yapıtından aldım. Yazarın hümanist anlayışı burada belirgindir.

Ayvalık'ın çok kayık ve gemisi vardı; ama yabancılar değil, Ayvalıklılar kullanırlardı bunları. Onlarla gönderirlerdi ürünlerini; Marsilya'da da, dediklerine bakılırsa, dünyanın en güzel yağ ve sabunlarını... Bazıları İstanbul'a, İzmir'e, büyükleri de Rusya'ya kadar giderlerdi. Bazları da Mısır'a, Triyete'ye ve Marsilya'ya..

Kaptan Stelyo önceleri, yıllarca Marsilya'ya taşıdı yağlarını. Sonraları alış-verişi sadece İstanbul'la yapıyordu. Çok tanıdıkları vardı orada. Türkler ve Rumlar onu tanıyor, hatırı sayılıyordu. Çünkü ciddi ve hovardaydı; görünüşte de yakışıklı ve iri yarıydı, paşa soyundan sanırdın. Kime sorsan, tanırlardı: Türkler ona Ayvalık'lı Stelyo, ya da Kaptan Stelyo derlerdi.

Teknesi hep aynı yere yanaşırdı. Limandaki çeşitli gemiler içinde kaptanı gibi zengin görünümlü teknesi, zevkle boyalı, temiz ve ayna gibi bir güverteye sahipti. Yelkenleri her zaman yeni, halatları, demirleri resim gibi... Baştaki takoz, tapılacak kadar güzel oyulmuş, işlenmiş, usta elden çıkma iki güvercinin gagalarında taşıdıkları üzerinde yazı bulunan kordelâdan meydana geliyordu: «Yüzerek çal şanları koru, Tanrım.»

Bir seferinde rastgelmiş, iki Ayvalıklı kaplan Stelyo Karniaguros ile Nikola Kondoyorgis, Havyar Hanında bir kahvede nargile içmeye gitmişlerdi. Nikola bir başka tipti; konuşkan, şakacı... Bir ellerinde marpuç, tekinde tespih oturuyorlardı. Nikola şen konuşmasını, öteki de her zaman yanlarına oturdukları denizci, tüccar ve kâtip gibi türlü meslek sahipleriyle yaptığı sohbetin saltanatını  sürdürüyordu.

Onlar konuşmakta iken kahvenin bir başka köşesinde gürültüler oldu, iki kaptandan başka herkes ayağa kalktı, olanları görüp anlamak için o tarafa üşüştü. 

Olay kapanacağına, büyüdü ve bıçaklar çekildi. O zaman Kaptan Stelyo ağır ağır kalktı yerinden, kavgacıların yanına gitti. Kavgacıların ikisi de onu gördüklerinde durdular. Kaptan kavgacıların kabadayı olanını yakaladı, saman çuvalı gibi kuvvetle fırlattı öteye! Adam, üç dört takla attı, şaşkın bir halde ayağa kalktı, sağa sola saldırdı korkusun kapıyı bulup, toz oldu korkusundan. Bu arada durumunu kurtaran Ermeni, teşekkür edeceği yerde bıçağını hızla ayaklarına doğru fırlattı ve kahveden kaçtı, gitti. Stelyo hiçbir şey olmamışçasına yerine oturdu ve nargilesini fokurdatmağa baladı.

Bu sırada zaptiyelerle birlikte bir onbaşı geldi. Onbaşı iriyarı, esmer, bıyıklı bir adamda. Kaptan Stelyo'nun yaptıklarını öğrendikten sonra gülerek yanına gitti ve konuşmaya başladılar.

O günden sonra, büyük bir dostluk kuruldu aralarında. Vasıf efendi, kaptanın şerefine içiyordu artık. Çok kişinin Kaptan Stelyo'ya gösterdiği saygıyı öğrenmiş hayranla giderek artmıştı; gereksiz söz etmiyordu. Stelyo'nun her İstanbul'a gidişinde Vasıf efendi, eksik olmuyordu toplantılarından. O, Ermeni'yi yakalamış, geçirmişti sopadan; fakat kaptanın ricası üzerine de salmıştı. Bunlar 1898 haziran ayında oldu.

1903 Noelinden önceki günlerde de iki kaptan yine buluşmuş, Vasıf efendi ile birlikte Galata'daki Büyük Aynalı Meyhaneye yemeğe gitmişlerdi. Sadece kuş sütü yoktu. Ama iki Ayvalıklı oruçluydular, perhizleri vardı. Vasıf edendi de oruç tutuyordu onlarla birlikte ve et yemek istemiyordu.

Perhiz yemekleri yenildi. Fakat bu tür bir perhiz, paskalyadan da iyiydi. İki cins havyarları vardı, ahtapotun kurusu ve turşusu, ateşte pişmiş çeşit çeşit midyeler, başka turşular, salatalar ve reçeller... Hepsi de boğazlarına düşkündü. Bu nedenle, yaradılışından da yemeyi seven Vasıf o gün, fazla yemişti.

Oradan kahveye gittiler.

Kahve içerlerken Vasıf efendinin rengi değişti, gözleri fırladı, fincanı elinden düştü, katıldı kaldı sandalyesinin üzerinde. İnme inmişti.

Ondan sonra değişti Kaptan Stelyo. Hiç ağlamamış olan o, hep gözyaşı döküyor, suçluyordu kendini: 
«Boynumuza aldık adamı!» diyordu Kaptan Nikola'ya. «Deniz ürünlerinden oldu bu.. Alışkın değildi!»

Sonra düşünceli, mırıldanıyordu:
«Oruç tutmayacaktı, bizimle birlikte perhiz etmesi doğru değildi, zira başka dindendi. Tanrı gücendi. Papa Kuçulidis böyle söyledi bana!»

Bu inanç kemiriyordu onu. Oturup nargilesini içtiği yerde söyleniyordu :
«Yazık oldu adama! Yazık oldu adama! Sonra da Türk, vaftiz edilmemiş diyorlar... Breh, breh, breh! Ben böyle bir sıkıntıya düşeyim! Kardeşim olsaydı bu denli üzülmezdim. Ne oldu bize be, bu kutsal günlerde! Of! Of!»

Bir kaç gün sonra, Kaptan Stelyo ile Kaptan Nikola'nın gemileri Noel'de Ayvalık'ta bulunmak üzere, yelken açtılar.
...

Kilisede bile zavallı Vasıf efendi, çıkmıyordu aklından. Tanrıya yakarıyordu :
«Bir başka dinden olan için bu kadar ağır bir yük alayım... kanımmış, kardeşimmiş gibi! Acaba İsa, bütün dünya için değil de sadece bir vaftiz edilmişler için mi geldi? İyi bir ruha sahipse Türk olmuş, Rum olmuş ne çıkar? Herşeyin yaratanı Tanrım, biz Hıristiyanlardan çok daha iyi bir ruha sahip olan Vasıf efendiye rahmet et!»

Yunancadan çeviren: Ahmet YORULMAZ

---
KAYNAKÇA

Kondoğlu, F. (1971).
Yunan Hikâyesi, Kaptan Stelyo ve Vasif Efendi, İstanbul: Varlık Dergisi Haziran 197, s: 765, ss: 32.


11 Ekim 2023 Çarşamba

AHMET YORULMAZ ÇEVİRİLERİ: Galatea Kazantzaki'nin "Adalet Kaçağı" adlı öyküsü (1971)

(resim.01) Varlık Dergisi Ağustos 1971 sayı: 767
(koleksiyon: Taylan Köken | fotoğraf: Hayri Kaan Köksal, 2019)
 
Ahmet Yorulmaz; Varlık Dergisi'nde yayımlanan Helence çevirilerine, Galáteia Alexíou Kazantzáki ile, Ağustos 1973 tarihinde devam etti. 

(resim.02) Galáteia Alexíou Kazantzáki




 
Galáteia Alexíou Kazantzákis (Γαλάτεια Αλεξίου Καζαντζάκης) (kızlık soyadı Alexiou) (8 Mart 1881 – 17 Aralık 1962), Kandiye Girit'te doğdu. Seçkin yayıncı ve yazar Stylianós Alexíou (Στυλιανός Αλεξίου)'nun kızı ve yazar, romancı ve akademisyen Élli Alexíou (Έλλη Αλεξίου)'nun kız kardeşi olan Galatea, Helen modernizminin en üretken kadın yazarlarından biriydi. Ancak bugüne kadar Anglofon (İngilizce konuşan) edebiyatında en az çalışılan Helen yazarlardan biri olmaya devam ediyor (resim.02).

Nikos Kazantzakis ile 1911'de evlendi, 1926'da ondan boşandı ve 1936'da eleştirmen ve edebiyatçı Marcos Avyeris ile evlendi. Komünist bir derginin genel yayın yönetmeniydi, 1938'de Ioannis Metaxas'ın diktatörlüğü altında bir süre hapsedildi ve birkaç yıl yayın yapması yasaklandı. 

Gençlik edebiyatı, şiir, tiyatro, roman ve kısa öykügibi çeşitli edebi türlerde eser verdi. Öykülerinde ezilenlerin, özellikle de ayrımcılığa maruz kalan her konumdaki kadının kaderiyle ilgilendi. Eserleri Atina'daki Kastaniotis yayınevi tarafından yeniden basıldı. Basit ve sade, hatta bazen iğneleyici bir üslupla, karakterlerinin düşüncelerinin akışını yakından takip etti.

[ * ]
YUNAN HİKAYESİ

Adalet kaçağı
Galatea Kazantzaki

GALETEA KAZANTZAKI, daha önceki sayılarda bir hikayesini sunduğum bayan Eili Aleksis'nun ablasıdır. Diğer ünlü Yunan romancı Kazancakis'le akrabalığı yoktur, Sadece soyadı benzerliği vardır aralarında. Tanınmış yapıtları: Kadınlar, Erkekler, İnsanlar ve üst insanlar. Yandığı sahne oyunları da bir kitapla toplanmıştır. 

Ahmet YORULMAZ

Sifakas kandillerin yakılma zamanı vardı köye. Ama hemen gitmedi evine. Kimsenin görmemesi için, havanın iyice kararmasını bekledi.

O saatte annesi tavuğu pişiriyor, yumurtaları haşlıyor ve sofrayı seriyordu. Arasıra da sağdıcına iki çift laf söylüyordu:
«- Sağdıç dayanamıyorum artık bu hayata. Allah acısın bana. Korkuya ve kalp çarpıntısına dayanamıyorum. Ha şimdi yakaladılar.!.. Bir sonu olun, nasıl olursa..» 

Ana bunları sağdıca, şehirden gelen milletvekiline söylüyordu. Geldiğinde daima Sifakaslarda konaklardı. Eskiden de, oğlu cinayet işleyip kaçak olduğundan beri de böyleydi bu. Gelişinde annesi bir yolunu bulup, oğluna, inmesi için haber salardı.

«- Bu gece insin diye, gene haber yolladım. Ne yapacağına söyle ona sağdıç. Ya dağlarda kaçak olarak dolaşmaya devam etsin, ya da da Allah Kerimdir diye teslim olsun!.»

Hep girip çıkıyor, hep de hazırlayacak bir şeyi bulunuyordu. Sandığı açıyor, masa örtüsünü, peskirleri çıkarıyor, ateşi körüklüyor,  pirinci yıkıyor, limonlu yumurtayı çırpıyor ve bazı bazı kapıyı yavaşça acıp. bakmaya çalışıyordu: Oğlu geliyor mu? Ve her seferinde iç geçiriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu:
«-Allah canımı alsaydı da bu ateşi çektirmeseydi olmaz mıydı?...»

Fakat sonunu getirmez, hemen vazgeçerdi. Ölmüş olsaydı, şimdi kim ilgilenirdi Sifakas ile? 

Bir adalet kaçağı ile ilgilenmenin zorluklarını bilirdi o.

Kaç sefer temiz çamaşırlarını, ekmeğini ve yemeğini almış, saatlerce dağlarda dolavarak [dolanarak] onu aramış, bulamadan dönmüştü. Pestili çıkmışlığından başka, oğluna temiz bir çamaşır giydirememenin, hafifletememenin, pişmiş aş yedirememenin acısıyla!.. Ve kaç defa deliler gibi koşturmuştu, müfrezenin köyde bulunduğunu, onu aradıklarını söylemek için... sadece kaçsın, kaçsın, kurtulsun çabuk!

«- Hayır, hayır! Şükür Allahıma ki onu hayatta bıraktı da oğluna destek oluyor!»

Sonunda geldi Sifakas. Nah şöyle uzun bir adam... Kara sakallı, gür saçlı, esmer, tatlı görünümlü.

«- Anacık, hazırla yiyelim. Getir şarap da içelim. Neyin varsa çabuk olsun, çünkü açız. Göreyim seni!»
«- Rahat ol oğlum. İsteklerini memnunlukla karşılıyorum. Haydi buyrun [buyurun]...  her şey hazır!»

Sifakas oturmadan önce şarap koyar, sağdıca ikram eder: 
«- Sıhhatine Sağdıç! Hoş geldin!»

Fakat kadehleri henüz kaldırmışlardı ki kapı çalındı.
«- Açın!» diye bağıran müfreze komutanının sesi duyuldu dışardan.

Ana kapıya gitti, durdu: 
«- Ne arıyorsunuz burada?»

 Sifakas kadehi bıraktı, serin kanlı:
«- Aç onlara Ana!»

Açtı ve üç kişi içeri girdi.
«- Sifakas, düş önümüze!» dedi başları
«- Memnunlukla, ama önce sağdıçla yiyip içeceğim.»
«- Bekliyemeyiz.»
«- Söyledim, sizinim. Bekleyin yemeğimi bitireyim. Misafirim var.»
«- Zorla almamızı istemezsin sanırım. İyilikle gel.»

Sifakas mum gibi sarardı, gözleri kıvılcımlardı. Kaşlarını çatarak tekrar etti:
«- Yemeğimi bitirmemi bekleyin dedim!»

Üçü yanına gitmek istediler. 
«- Sifakas, tatlılıkla gel dedik...»
«- Ama o zaman...»

Tanrıyı kim gördü de korkmadı! Sifakas canavar gibi saldırdı:
«- Allahıma... keratalar!» 

Başının üzerinden bir sandalye sapan gibi vınladı, vurdu. Bir daha, bir daha! Bir bıçak kandilin sönük ışığında parladı, o kadar...

Ve üç kişi yerdeydi.
Sifakas üstlerinden atladı, masanın önünde durdu, şarap koydu.
«-  Sıhhatine Sağdıç ve iyi geceler!» 

Kuşağını sıktı, karanlığa saldırdı.

Yunancadan çeviren: Ahmet YORULMAZ

 

10 Ekim 2023 Salı

AHMET YORULMAZ'ın İLK ÇEVİRİSİ: İbrahim Baba'nın Çeşmesi (1971)

(resim.01) Varlık Dergisi Ocak 1971 sayı: 760
(koleksiyon: Taylan Köken | fotoğraf: Hayri Kaan Köksal, 2019)

Bu blogta; "AHMET YORULMAZ'ın İLK ÇEVİRİSİ" hakkında bilgi vermek istiyorum. Yorulmaz'ın "Ayvalık tarihi aktarımlarına" dair "yoğun eleştirilerim" olmakla birlikte, onun "mübadil yazar ve çevirmen kimliğine" duyduğum saygı ve hayranlık herkesçe bilinmektedir [1]

Daha önce "Ayvalık İlçe Halk Kütüphanesi"nde; sevgili Aygül, sevgili Taylan ve hepsi bir diğerinden değerli bir grup arkadaşla düzenlediğimiz, 3 gün süren "AHMET YORULMAZ GÜNLERİ" sempozyumu hakkında bilgi vermiş ve Taylan'la hazırladığımız, "en az eksikli olması için de" sevgili Şaban Ersin Taş'ın eklemeleri ile geliştirdiğimiz "bibliyografya"yı yayımlamıştım (Köken ve Köksal;2019)(Köksal,2019) ve (Köksal,2023).

Bu "bibliyografya" da sunduğumuz (bizim belirlemelerimize göre) çeviri eserler şunlar idi:
"... C. Çeviri Kitaplar
Tombik ile Zıpzıp (Ellis Aleksiyu)
Yalçın Yayınları, İstanbul, 120 s., 1981.
diğer basımları
2.b: Kaynak Yayınları, İstanbul, 140 s., 1998.

Post avcısı (Stratis Mirivilis)
Yalçın Yayınları, İstanbul, 156 s., 1981.
diğer basımları
2.b, 3.b: Can Sanat Yayınları, İstanbul, 187 s., 2.b:[2007],  3.b:[2011].

Üçüncü düğün çelengi (Kosta Tashci)
Boyut Yayınları, İstanbul, 237 s., 1988.
diğer basımları
2.b: Mitos Yayınları, İstanbul, 237 s., 1991.

Bomba Nurettin (Stratis Çirkas)
Belge Yayınları, İstanbul, 96 s., 1997.

Eski tüfekler (Menis Kumandareas)
Belge Yayınları, İstanbul, 136 s., 1998.
diğer basımları
2.b: Belge Yayınları, 2013.

Çifte kitap (Dimitri Haci)
Adam Yayınları, İstanbul, 125 s., 2001.

Konuşmayan su - erotik masal (Despina Tomazani)
Can Sanat Yayınları, 186 s., 2007.

Kimyon ve sevgiyle (Lena Merika)
Can Sanat Yayınları,  İstanbul, 107 s., 2008.
diğer basımları
2.b: Can Sanat Yayınları, 2011.

D. Antolojiler
Dost Türk-Yunan şairlerinin diliyle barış (haz.: Asım Bezirci)
Anahtar Kitaplar, İstanbul, 271 s., 1992.
diğer basımları
2.b: Türk - Yunan dostluk ve barış şiirleri (haz.: Asım Bezirci)
Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 248 s., 2000.

E. Dergiler
Varlık Dergisi
Elli Aleksiu'nun “İbrahim Baba'nın Çeşmesi” adlı öyküsünün çevirisi
(-)760, 27-28 s., 1971.

İlias Venezis'in “Martılar” adlı öyküsünün çevirisi
(-)763, 33-34 s., 1971.

Foti Kondoğlu'nun “Kaptan Stelyo ve Vasıf Efendi” adlı öykü çevirisi
(-)765, 32 s., 1971.

Galatea Kazantzaki'nin “Adalet Kaçağı” adlı öyküsünün çevirisi
(-)767, 26 s., 1971.

İlias Venezis'in “Ege'nin Mesajı” adlı öyküsünün çevirisi
(-)769, 24 s., 1971.

Hrisanthi Zirsea'nın “Anahtarlar” adlı öyküsünün çevirisi
(-)771, 22-23 s. , 1971.

Stratis Milivilis'in “Eva” adlı öyküsünün çevirisi.
(-)773, 22-23 s., 1972.

Tatiana G. Milliex'in “Ziyaretçiler” adlı öyküsünün çevirisi.
(-)775, 21-22 s., 1972.

Panou N. Tzelepy'nin “Kalkandereli Kadın” adlı öyküsünün çevirisi
(-)791, 24-25 s., 1973.

Kostas Valetas'ın “Poly'yi Nasıl Gömdük” adlı öyküsünün çevirisi [(A.Y. ) rumuzuyla] 
(-)798, 21 s., 1974.

Bir Yazar ve Bir Kitap [makale]
(-)807, 21 s. , 1974.

Nikou Papaperikli'nin “Mezarda Hayat” adlı öyküsünün çevirisi
(-)820, 24 s., 1976.

Kleareti Dipla Malamu'nun “Barınak” adlı öyküsünün çevirisi
(-)838, 22 s., 1977.

Fobios Delfis'in “Yüzyılımız” adlı şiirinin çevirisi
(-)840, 24 s., 1977.

Liliana Dritsa'nın “Kardeşim” ve “Yaşamın Yüzü” adlı şiirlerinin çevirisi
(-)842, 22 s., 1977.

Spiru Mila'nın “Zindanda Akşam” adlı öyküsünün çevirisi
(-)846, 25-26 s., 1978.

Foybos Delfis'in “Günlük Ağıt”, “Truva Alevler İçinde”, “Çamur  Yağmur”, “Yitirilen Ders” ve “İnsan Hakları”adlı şiirlerinin çevirisi
(-)853, sayfa: 15 s., 1978.

Dimitris Kranis'in “Hava Korsanları” adlı öyküsünün çevirisi
(-)871, 24-25 s., 1980.

ve edinemediğimiz 880. ile 963. sayıları.

Türk Dili Dergisi
Yannis Ritsos'un “Zolio Kiuri'ye Mektup” adlı şiirinin çevirisi
(38)327, 683-684 s., 1978.

Yannis Ritsos'un “Işık Yakın” adlı şiirinin çevirisi
(38)327, 684-685 s., 1978.

Yannis Ritsos'un “Bir Sözcük O” adlı şiirinin çevirisi
(38)327, 685 s., 1978.

Dimitris Kranis'in “Hava Korsanları” adlı öyküsünün çevirisi
(40)335, 107-112 s., 1979.

Milliyet Sanat Dergisi

Çağının Tanığı Bir Yunan Yazarı Costas Taktsis [makale]
(5)355, 44-45 s., 1980.

Şiir Oku Dergisi
Yunan Şairlerinden Çeviri Şiirler,

(-)40, 1-2 ss., 2002.


G. Yayımlanmamış Çevirileri
Dört Kuşaktan Yunan Öyküleri
Öldürülenin Eli Tiyatro Eseri
Mucizeler Avlusu Tiyatro Eseri
Eski Selanikliler (Kostas Tomanas)
Üçlü Bir Aşk Hikayesi (Vasilis Vasilikos)

Ben bir süre satın almak üzere üzere nadirkitap.com sitesinde bu "Varlık koleksiyon"unu bekletirken, Taylan tarafından satın alındı ve sayılar çöp olmaktan kurtarıldı

Çeviri, derginin "ocak 1971'de yayımlanan 760. sayısından" olacak. Bu sayının "27-28. sayfalarında" yayımlanan ve Elli Alexiou (Έλλη Αλεξίου) (1894–1988)'ya ait; "İbrahim Baba'nın Çeşmesi" adlı kısa öykü Ahmet Yorulmaz tarafından Türkçeleştirilmiştir [2].

s. 760, sf. 27-28
YUNAN EDEBİYATI: İBRAHİM BABA'NIN ÇEŞMESİ
elli aleksiu [3]

ELLI ALEKSIU, 1899 yılında Girit'in Kandiya şehrinde doğdu Yine Yunan yazarlarından Galatea Kazanzakıs'in kızkardeşidir.

Çevirisini sunduğum «İbrahim Baba'nın Çeşmesi» adlı hikayesini, Fransa'nın Aix-En-Provence Üniversitesi Yunana Edebiyatı profesörlerinden Octave Merlier'nin Yunan dilinde hazırladığı «Papirüsten günümüze Yunan metinleri» adlı eserinin IV. fasikülünden aldım.
(Ahmet YORULMAZ)

Çeşme, kapımızdan bir iki adım ötedeydi; ne diye para verip de eve su alalım? Babamız derdi ki: «Madem ki avlumuz yok, yol da avlumuz olduğuna göre, evimizde su var demektir...» Azdan çok anlayan annem de: «Ayağımızın dibinde gece gündüz akan su varken, masraf edip, bir boru ile canı istediği zaman, iplik gibi akacak kaçak su getirtmemiz, tam delilik olur! Üstelik gece yarısından sonra ikide, bazan da sabaha karşı beşte kestiklerini söylüyorlar.»

Mermerden bir çeşmeydi. Üzerinde eski yazılar bulunan üç eğri kırlent, bulanıklığın sonuna dek uzanıyordu. Sağlı sollu, kanat gibi açılmış iki rafı ve mermerden dantel işlemeli bir çevre duvarı vardı. Bu da su içmek ya da yıkanmak için duran yolcuyu, ıslanmaktan koruyordu.

Üzerindeki yazılar, yazıdan çok işlemeye benzeyen şeylerdi, çünkü Türkçeydi. Bunları kazıyan usta, kullandığı malzeme ile yeşil ve kırmızı renkleri vermiş, altın gibi ışıldar hale sokmuştu. İbrahim Baba'nın Çeşmesi çoklukla oyuncak gibiydi; usta elinden çıkmış, merakla işlenmişe benziyordu.

Suyun kesilip, kuruduğu saatlerde de biz küçükler «Kesildi mi?» diyerek, yakınına gidip, bakardık, Bâzı saatlerde ise yaklaşamazdık. Sucular, hizmetçiler çepeçevre onu sarar, kirletirlerdi ortalığı. Testilerini raflarına dayayıp, ayaklarıyle mermer dantel işlemelerine basarlardı. O zaman biz çocuklar, bir köşeye çekilir bekledik. Bizler için hazırlanmışa benzerdi; boşalıp hafiflediğinde, mahallenin bütün çocukları sevinçle içine girerdik. Ben, dantel işlemeli çevre duvarını dolaşır, suya yakın olmaya çalışırdım.

Bronzdan işlemeli bir burması vardı ki, bazan çalındığı da olurdu; fakat en kısa bir zamanda bir yenisi, yerine takılırdı. Bu çalınma akşama rastladığında çeşme, bir dere gibi sabahlara kadar akar, suyun taşlara vurmasından çıkan ses, ta evimizden duyulurdu. Uykuma dalıncaya kadar, kalbinden rahatsızlığı yüzünden, yatağında dönüp duran annemin, kendi kendine «Şırıltısına doyum olmuyor suyun, fakat boşuna akmana da kadar o kadar acıyorum ki...» diye mırıldandığını duyardım. Gecenin karanlığında dinlediğim bunlar, acımayla karışık bir hayret uyandırırdı bende.

O zamanlar İbrahim Baba Çeşmesini, dünyada en çok beni sevdiğini, sanırdım... Bir gün annem, ilk dişimi iplikle çekmiş, bir fare bularak, sağlam dişiyle değiştirmemi söylemişti, Dişimi aldım ve yola çıktım. Yazın öğle saatleriydi, yolda kimseler yoktu. Çeşmeye gittim, çevre duvarını dolandım, ayaklarımı içeriye sarkıtarak oturdum. Annemin önceden bellettiğini mırıldanarak dişimi, suların akıp gittiği deliğe attım:
Fare işte dişim, ver demirden olanını
Peksimet ekmeğini kemireyim.

Bir gün evinize dönerken, çeşmenin önünde toplanmış adamlar gördüm. Karışıktılar. İçlerinde kırmızı fesli Türkler ve Rumlar vardı; benim o zamana kadar kutsal nazarıyla baktığım yazıları inceliyorlardı.

Saygıdeğer, gözlüklü, yaşlı bir Türk ortada duruyor, Türkçe yazıları okuyor, sonra güleç bir yüzle etrafındakilere Rumca olarak naklediyordu. Durdum, dinlemeye koyuldum:

«-Bunlar Kur'an'dan ayetlerdir: 'La İllâhe İllâllah, Muhammed Resulullah (Tanrı birdir ve Muhammed Onun Resulüdür.) Hayır... Hepsi Ayet değil. Başka şeyler de var: Yalnız o bilir me'yus olanları teselli edebilir; nitekim içindeki ateşi o söndürdü ve Azrail'in elinden Ahmet'imi O kurtardı. O'na inanmış ve bağlanmış olan ben Ahmet oğlu İbrahim, Büyük Rabbim adına, susuzların susuzluğunu gidermek için bu çeşmeyi yolun ortasına inşa ettim!»

Neye üzgündüler? Türk'ün okuduğu acıklı değildi ki... Yalnız İbrahim Baba'yı bulan felaket büyüktü; bütün şehirde konuşulan oydu. Büyüklü küçüklü hepimiz öğrenmiştik.

İbrahim Baba yıllarca önce bu çeşmeyi, oğlunun sevabına yaptırmıştı. Çocuk üç yaşındayken, kötü bir boğaz hastalığına yakalanmış ve bütün doktorlar ümidi kesmişlerdi. Fakat İbrahim Baba, oğlu için bir çeşme yaptırmayı adamıştı. Çocuk kurtuldu ve bu dantelli çeşme yaptırıldı. Dün ise, büyümüş ve evlenme çağına gelmiş bu tek oğlunu bir otomobil ezip, öldürmüştü!

Aradan bir yıl geçmemişti ki, emir geldi: Türkler kalkıp Anadolu'ya gidecek, oradaki Rumlar da buraya geleceklerdi! İlkin kimse hazmedemedi, inanamadı buna. Gazeteler büyük başlıklarla bu haberleri verirken, şurada burada, köşebaşlarında, kahvelerde Türkler ve Rumlar birlikte okuyorlardı bunları, Aman, gazeteler istediklerini yazıyorlar! Olur mu böyle şey! Bütün bir halkı evinden, yurdundan söküp atmak olur muydu? Bir bavul mu ki, tutup yerini değiştirsin? Yağı sudan ayırabilirsin, diyorlardı; ama süt sudan ayrılmaz. Çünkü bunca yıl türlü şekillerle birbirlerine karışmışlardı: Ticarette, dostlukta bir saksıya ekilmiş, iki ayrı bitki gibiydiler... ayrıcalıklarını anlıyorlar, gene de toprağı altında kökler ve toprağın üstünde dallar, sarmaş dolaş. Birini sökmek istediğinde, diğeri de onunla birlikte gelir! Bazan filanca kadının, falanca Rumu sevdiğin fısıldarlardı kulağına. Ve bir Rumun cenazesinde, kırmızı fesleriyle başları önde eğik, ağlamaklı, arkalarda yürüyen Türkleri görüp, pencere ya da kapı kenardan seyrettiğinde, çevrende açmış gelincik tarlası sanırdın.

Bu arada, ailesi kalabalık Türkler, gitme hazırlığındalar. Önce gidenlerden olunursa iyi olur, diyerek, mallarını kaçakaç satarak, bir saat önce gitmek istiyorlardı. Satılabilir mallara satış izni verildiğinden köylerde, hayvanlarını, yağlarını satanlar, parti parti limana iniyorlardı. Her zamam sakin olan şehrimiz ayaklamış, günden güne büyüyen, bir mezat yerine dönmüştü, Fânuslarda kapalı eski saatler, çivilerinde elli yıl asılı kalmış tepsiler, telâların elinde alıcı arıyordu. Zeynep hanım ise, kızının nişanlanıp, nikâhlanmasında, bir küçük evin sahibi olunmasında, varını yoğunu harcamıştı. Mahmudiyelerini, elmasını, her şeyini elden çıkardığından, kuru canlarıyla kalmışlardı. Büyük emeklerle yaptırdıkları eve girip, hiç değilse bir oturma şansına sahip olamamışlardı. Emir çıkığında kapı pencere henüz boyanıyordu. Kısmetse kimlerin oturması varsa, onlar boyasalardı istedikleri renge, Zeynep hanım, bize ırkınıp sıkılarak başımızı sokacak bir ev yapmak, saati gelince de borçlu, ortada kalmak kısmetmiş, diyordu

Rumlar, özellikle kadınlar, vapura kadar götürüp, uğurluyorlardı. Bazan kolkola, bazan da çocuklan kucaklarına alarak... Bir şeyler de verdikleri oluyordu birbirlerine, hâtıra cinsinden. Vapurun son düdükleri öterken iç çekmeler arasında, karşılıklı istekler başlardı:
«- Yaz bana Dirayet hanım. İhsan hayırlısıyle doğurduğunda hemen yaz bana, Kız mı oğlan mı, bakalım! Çünkü gidiyorsunuz, merakta kalıyoruz.»
«- Stavro askerden dönüğünde, ne derse, yaz bana. O da yazacak, ama gerçeği söylemek istemeyebilir, üzmemek için. İşleri halledip, beni geri getireceği hayaliyle avutmayın.»

Gün boyu aşağı yukarı koşturarak, bir takım alıyorlardı Gideceği yerde lâzım olabilir,  isteyebilirler diyerek, liseden ilkokuldan belgeler çıkartıyorlardı.
İbrahim Baba; hiçbir gitme telâşı göstermiyordu. Ne satıyor ne de acele ediyordu! Halkı almak için limana her Türk gemisi gelişinde, Rumlarla birlikte gidiyor, bir seyirci gibi izliyordu. Sanki bu, kendi davası değildi, İbrahim Baba o zaman kalktı, Metrepolite gitti. Ümitlerini oraya bağlamıştı, onun için sâkindi. Baktı ki bu işin duracağı yok - içinden şöyle söylemiş olacak - Hıristiyan olacağım!
«- Efendim, dedi Metropolite, ben gidemem buradan. Gitmek istemiyorum! Gitmektense, Hristiyan olurum!»
« - Anlıyorum, dedi Metropolit, yalnız gidecekleri Hristiyanlaştırmamız yasaklandı. Ne yapabilirim? Bir başkası da aynı istekle gelmişti...»
«- Türkçe bilmiyorum. Hanımım hesaba katılamaz artık, bir yumak gibi kanepenin köşesinde oturuyor. Zavallı, ihtiyarım, Nere ye gideyim! ... Efendim, bir insanın kabinin sökülüp atıldığını, sonra da kalk yürü dendiğini, gördünüz mü? Bunu yapmaya çalışıyorlar bana!
«- ...»

İbrahim Baba, son güne kadar iyi dayanmıştı, ama artık kendini koyvermiş, gücü kalmamıştı. Sokaklara çıkmış, küçük çocuk gibi ağlamaklı, taşkın... Mağazaları sıradan almış, Rumlara tek tek soruyor, sorusuna bir cevap bekliyordu ağlayarak:
«- Kardeş, var mı benden bir şikâyetin? Bir kötülüğüm dokudumu sana?»
«- Ne kötülüğü yapabilirdin bey? Ben bir azizdin burada.»
Ve daha aşağılarda yine soruyordu:
«- Efendiler, bilmeksizin, istemeksizin birbirimizi kırmış olabilir miyim?»

Ne desinler ona?...
«- Madem ki aramızda düşmanlık yok, madem ki bizi istiyorsunuz, biz de sizi istediğimize göre, neye bir dilekçe yazıp göndermiyorsunuz? Hiç değilse girecek yeri olmayan ihtiyar ben, burada kalırdım! Sizin gibi, bizim iznimiz yok ölülerimizi mezardan çıkarmaya; dinimiz müsaade etmiyor gencin kemiklerini yanımıza almaya.»

Bir kaç gün sonra onları da limana kadar uğurladık.

Mehtapsız bir geceydi, hafif  rüzgâr esiyordu. Deniz limanın içine kadar dalgalıyı. İhtiyarlar bunca sıkıntı, zorluk çekişlerdi, denize tutacak diye de evcek üzüntülüydü, İbrahim Babanın ihtiyar karsı Hayriye hanım. annenin kolunda gidiyordu. İbrahim Baba da, babamla birlikte arkadan geliyorlardı. Anneme evde kalmasını, gelmemesini söylemiştik, heyecanlanacak çarpıntısı tutacak diye... fakat o, ille de gelmek istemişti.

«- Biliyorum, diyordu Hayriye hanım, sen uzun yol yürüyemezsin; fakat çocukların yolu mezarlığa düştüğünde, rahmetli Ahmedimin de mezarına bir gözatsınlar. Sana emanet ediyorum onu! Sümbüller ekmiştim, yakında çiçekte olacaklar, zahmet olmazsa yaz bana!»
«- Ben de giderim, çocukları da sulasınlar diye her zaman yollarım.»

Diğer Türkler ölüleri için didinmezlerdi. Zengin olanları sadece pahalı bir mezar yaptırırlardı, o kadar... Fakat Hayriye hanım, Rumlar gibi, altın bir vazoda çiçekler götürür, devamlı kandil yakar, etrafına çiçekler ekerdi.

Eve döndüğümüzde annem, bir sandalyeye çöküverdi. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Her zamanki gibi etleri getirdik, bir kaç damla şekere damlatıp, verdik. Onu teselli ederken biz de ağlıyorduk.

Aynı hafta içinde de bizi, mezarlığa, sulamaya gönderdi. Türk mezarlarının sonsuz görünüşü içinde, o mezarlar denizinde, başka gelişlerimizden bellediğimizden, Ahmedin mezarını tanıyor, diğerlerinden ayırdedebiliyorduk.

Suladık. Bir buket gül de getirmiştik. Son gün annesinin getirdiği ve kurumuş olan çiçekleri vazodan çıkardık, tazelerini koyduk, Türk günlüğü ile de tütsüleyip, ayrıldık. O gün oradan ayrılırken, Türk mezarları içerisinde bir takım adamlar gördük, ellerin de metrelerle yerlere eğilmiş, mezarlar arasında toprağı ölçüyorlardı.
«- Ne ölçüyorsunuz?»
«- Mahallenin şeklini... Göçmenler mahallesi burada kurulacak!»

Bir yıl sonra, Türk kemikleri üzerine kurulmuş yeni mahallede, hayat, başlamıştı bile. Evlerin temelleri, insan vücudunun çeşitli kalıntıları üzerine atılmıştı, Mahallenin yollarında, gözyaşı ve ıstırapla sulanıp, yoğrulmuş, yeni kazılmış kırmızı, toprağı üzerinde, göçmen çocukları, her şeyden habersiz, tebeşirle dokuz taş ve keşiş oyununu çiziyorlardı.

Hayriye hanım hâlâ anneme yazıp soruyor, o da cevap veriyordu:
«- Evet, evet! Bu yıl da çiçekler açtı.»
(Yunancadan çeviren: Ahmet YORULMAZ)

---
DİPNOTLAR
[1] Ahmet Yorulmaz'ın "mübadele" üstüne olan romanları şunlardır 
(kaynak: Bir Ahmet Yorulmaz bibliyografyası “denemesi”...):

Savaşın çocukları Girit'ten sonra Ayvalık
Belge Yayınları, İstanbul, 135 s., 1997.       
diğer basımları
2.b, 3.b: Belge Yayınları, 2.b:[1997], 3.b:[1998].
4.b: Geylan Kitabevi, Ayvalık, 144 s., 2000.
5.b, 6.b, 7.b, 8.b: Remzi Kitabevi, İstanbul, 143 s., 5.b:[2002],6.b:[2002], 7.b:[2006], 8.b:[2007].
çevirisi
Τα παιδιά του πολέμου Από την Κρήτη στο Αϊβαλί [Girit'ten Ayvalık'a savaşın çocukları]
Omega Yayınevi, Atina, çeviri: Stélios Roḯdis, 207 s., 2005.

Kuşaklar ya da Ayvalık yaşantısı
Geylan Kitabevi, İzmir, 247 s., 1999.
diğer basımları
2.b, 3.b, 4.b, 5.b: Remzi Kitabevi, İstanbul, 223 s., 2.b:[2002], 3.b, 4.b:[2003], 5.b:[2006].

Girit'ten Cunda'ya ya da aşkın anatomisi
Remzi Kitabevi, İstanbul, 238 s., 2003.
diğer basımları
2.b, 3.b: Remzi Kitabevi, 2.b:[2005], 3.b:[2007].

Ulya : Ege'nin kıyısında
Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 140 s., 2010.

[2] Elli Alexiou (Έλλη Αλεξίου). 22 Mayıs 1894'te Girit'te doğdu, 18 Eylül 1988'de Atina'da öldü. Girit'te doğup büyüyen Alexiou, Kandiye'de filoloji okudu. Altı yıl bir kız lisesinde öğretmen olarak çalıştı. 1920'deki evliliğinden sonra Atina'ya taşındı ve burada Photios Kontoglou gibi diğer yazarlarla tanıştı. On dokuz yıl öğretmenlik yaptığı Atina Ulusal ve Kapodistrian Üniversitesi'nde Eğitim ve Edebiyat Profesörü oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yunan direnişinin bir yeraltı hareketi olan Ulusal Kurtuluş Cephesi'ne (Εθνικό Απελευθερωτικό Μέτωπο) katıldı.

İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra, Sorbonne'da edebiyat ve dil okudu ve ayrıca Paris'teki Yunan Okulunda öğretmenlik yaptı. Yunanistan'a döndükten sonra, 1949-1962 yılları arasında Eğitim Bakanlığı'nda çalıştı ve burada sosyalist ülkelerdeki Yunan okullarına danışmanlık yaptı.

1965'te siyasi görüşleri nedeniyle tutuklandı ve bir süre hapse atıldı. Hapisten çıktıktan sonra 1965'te Romanya'ya sürgüne gitti, ancak 1966'da geri döndü ve mahkeme tarafından beraatına karar verildi.

Yunanistan'a döndükten sonra kendini yazmaya adadı. Eserleri şiirsel bir gerçekçilikle karakterize edilir ve sosyo-politik sorunlarla ilgilenir. Yeğeni müzisyen Pavlos Sidiropoulos, ablası ise 1911-1926 yılları arasında ünlü yazar Nikos Kazantzakis ile evli olan Galatea Alexiou'ydu.

Sosyal sorumluluk onun eserlerini şekillendirmekle kalmadı, faşizme direniş kadar Romanya'da sürgünde yaşayan Yunan komünistlerin çocuklarıyla 13 yıllık çalışmasında da ifade buldu. 1930'ların başlarında, Yunan toplumunda kadının konumu hakkında yazdı.

Elli Alexiou'nun en tanınmış eserleri arasında Üçüncü Kız Okulu, kadınların toplumsal rolünü anlattığı Egemen Olan ve 1941-1944 arasında Yunanistan da faşizme karşı direnişin tarihini anlattığı iki ciltlik kitabı yer alır. 
(Semra Çelik'ten alınmıştır. https://ekmekvegul.net/sectiklerimiz/gunun-kadini-elli-alexiou)

[3] Öyküdeki tarih ve yazım hataları olduğu gibi alınmıştır.

---
KAYNAKÇA
Köken, T. ve Köksal, H.K. (2019).
Bir Ahmet Yorulmaz bibliyografyası “denemesi”... , Ayvalık : Ayvalık İlçe Halk Kütüphanesi.

Köksal, H.K. (2019).
AYVALIKLI YAZARLAR DERMESİ: bir yurttaş-kamu işbirliği örneği..., 23.10.2019, son erişim: 13 Ekim 2023, cuma.

Köksal, H.K. (2023).
BİR AHMET YORULMAZ BİBLİYOGAFYASI "denemesi", 12.08.2023, son erişim: 13 Ekim 2023, cuma.

Yorulmaz, A (1971).
İbrahim Baba'nın Çeşmesi, Elli Alexiou, (çev.) Ahmet Yorulmaz, İstanbul : Varlık s.:760, sf.: 27-28.