8 Eylül 2022 Perşembe

MİLLÎ MECMUA'da YAYIMLANMIŞ BİR BAŞKA AYVALIK MAKALESİ: İstanbul’dan Burhaniye’ye ve Ayvalık’a

"Yurt Köşelerinden: Ayvalık’ın Denizden Görünüşü
Millî Mecmua'nın 15 Haziran 1926 tarihli 63. sayısının kapağı.
(kaynak: Milli Kütüphane)
Sarayburnu'ndan başlayıp "[i]ki gece ve bir buçuk gün" süren bir deniz yolculuğu ile Burhaniye'ye varan, burada incelemeler yaparken bir de yerel düğüne tanıklık eden Mehmed Mesih [Akyiğit], "[i]ki saatten fazla süren ... otomobil seyâhatından sonra oldukça güzel binaları çok olan Ayvalık Kazası"na gelir. Bu gezisine dair gözlemlerini de seyahat yazı dizisi halinde Millî Mecmua'nın iki sayısında yayımlar.

Yazı dizisinin ilk bölümü, "Ayvalık'ta Neler Yapılabilir?" adlı makalenin bulunduğu 63. sayının 1019-1021 sayfalarında, ikinci bölümü ise 64. sayının 1036-1037. sayfalarında yayımlanmıştır.

Yazar, ilk adım attığı yer olan Burhaniye sahilini şöyle betimler: "Ferahlık, sâfiyet hissi veren bir sâhil… Birkaç büyük binâ… Gürültü, kalabalıktan uzak bir muhît… Bütün manâsıyla tabîatın benimseyerek yarattığı güzellikler…" (Mehmed Mesih,1926:1019). Ardından sahilden bindiği otomobil ile önce Burhaniye merkezine gelir. Buradan da Dereköy'e doğru devam eder. Yolda gördüğü kuyudan çok etkilenir ve onun teknik yapısını uzun uzadıya okuruna anlatır. Gittiğinde, Dereköy'de bir köy düğünü ile karşılaşır ve o gece köyde kalır. 

 "Öksüz Yurdu talebesinin toplandığı zamanki kıyâfeti"
15 Haziran 1926, sayı:63, sayfa:1020
(kaynak: Milli Kütüphane, tercüme: Yasin Şahin)

Ertesi sabah yazar Ayvalık'a doğru otomobille yola çıkar. Ayvalık'taki dar sokakları vurguladıktan sonra "[y]ekdiğerine benzeyen binâlar(ın)" renklerine takılır: "göze ilk çarpan şey evlerin rengi oluyor: Rumların bıraktığı bir renk… İçimde “mümkün olsa da badana ile bütün bu düşman rengi örtülse!” diyorum" (Şahin,2010:478).

Ardından Ayvalık Özsüzler Yurdu'nu ve Ayvalık Türk Ocağı Binası ile marangozhanesini gezer. Burada gördüklerinden çok etkilenir ve duygularını da şöyle belirtir: "Bu derece intizâm ve cevvâliyet dâhilinde talebe yetiştirdiklerinden dolayı, mektebin gayûr ve nâzik müdürüyle muallimlerini ve bu sûretle vatan yavrularının tâlîm ve terbiyesini te’mîn ettiğinden “Ayvalık Türk Ocağı”nı samîmiyetle tebrîk eder ve kendilerine büyük muvaffâkiyetler temenni ederim" (Şahin,2010:478).
"Ayvalık Türk Ocağı Öksüz Yurdu’nun küşâd merâsimi"
15 Haziran 1926, sayı:63, sayfa:1020
(kaynak: Milli Kütüphane, tercüme: Yasin Şahin)

Millî Mecmûa'nın 15 Haziran 1926 tarihli 63. sayısının 1019-1021 sayfaları arasında yayımlanan "İstanbul’dan Burhaniye’ye ve Ayvalık’a" adlı gezi yazısının birinci bölümü, sn. Yasin Şahin'in çevirisi ile aşağıdadır.

İstanbul’dan Burhaniye’ye ve Ayvalık’a -1
Akşamın hüznü sulara katre katre çöküyordu. Vapurumuz son vedâ’ düdüğünü çaldı. Etrâfımızda dolaşan sandallar yavaş yavaş rıhtıma doğru uzaklaşırken güneşin son huzmeleri kaybolmuş, gündüzün son teselli diye bıraktığı ölgün rengi de solmuştu.

Artık köprünün elektrik lambalarından yüksek binâların pencerelerinden taşan cânlı ziyâlar gecenin mersiyesini heceliyorlardı. Demir alınması için geçen on beş-yirmi dakîkayı müteâkip ayrılıkların ninnisini haykıran bir düdük sesi bulutlara doğru yükseldi, suların bükülen sînesine kadar alçaldı, dalgalandı. Sarayburnu’na doğru ilerlerken Bayezîd Kulesi’nin harîminde yanıp sönen elektrik lambaları İstanbul’dan son bir hâtıra saklar gibiydi.

İki gece ve bir buçuk günlük bir deniz seyâhatinden sonra nihâyet Burhaniye açıklarında demir atan vapurumuzdan ayrıldık. Ferahlık, sâfiyet hissi veren bir sâhil… Birkaç büyük binâ… Gürültü, kalabalıktan uzak bir muhît… Bütün manâsıyla tabîatın benimseyerek yarattığı güzellikler…

Meydânlıktaki tek otomobil güyâ bizi bekliyor, hatta beklemek için gelmiş. Zeytin ağaçlarının, yeşilliklerin arasındaki yoldan geçerken kendimizi bir sinema filmi seyrediyor zannediyorduk. Bazen yalnız tarlalar arasından ilerliyoruz. Saatlerce bu yollarda gidebilsem, saatlerce bu şiir vâdisinin, bu saâdet diyârının incitmeyen gölgesinde hiç yorulmadan hayâtı severek dâimâ yeni bir rûh, yeni bir ideal ile ilerlesem! diyen bir ses kalbimin içinde çırpınıyor. Bazen çayırlarda otlayan davarlar kuyruklarını sallayarak bize mûnis gözleriyle fakat safvetle bakıyorlar. Nihâyet bu yolların nihâyeti geliyor.

Bozuk kaldırımlar üzerinde yavaş yavaş hafîf dalgalı bir denizde ilerleyen sandal gibi dalgalanarak yürüyor, beyaz boyalı, kireç evler arasından geçiyoruz. Karşılıklı kahveler… Yolun iki tarafında büyük çınar ağaçları… İki tarafta dükkânlar… Solda bir câmi, bir meydân… Tekrâr sola dönüyoruz ve nihâyet hükümet dâiresi… Karşısında bir meydân… Burhaniye kazâsının merkezi… Kışla tarzında, beyaz boyalı, badanalı bir binâ hükümet dâiresi olmak üzere tahsîs edilmiş. Mahkeme, jandarma kumandanlığı hep bu binâ içerisinde… Posta ve telgraf merkezi karşıda…

Yine otomobildeyiz. Yine yollar aynı tarzda, aynı âhenkte… Yalnız bir fark var: Daha güzel, daha câzip… Sonra yol kenârında bir kuyu… İlk defa gördüğüm bir şekilde olan bu kuyunun ağzına çok yakın amûdî olmak üzere bir direk dikilmiş, onun üzerine de gâyet uzun bir direk kısmen manivela vazîfesi görüyor, üçte biri geri tarafta… Ucunda kova dolduğu zaman muvâzene te’sîs edilebilecek kadar bir ağırlık var – geçirilmiş. Diğer uçtaki uzun bir zincire bağlanan kova kuyuya sarkıtılıp zincir yavaş yavaş çekilince ikinci direk yere muvâzi bir vaziyet almağa başlıyor. Daha sonra ucu yere temâs edecek kadar mâilleşiyor. Kova artık dolmuştur. Zincirden tutulup hafîf bir kuvvetle – diğer uçtaki ağırlığın yardımıyla – çekiliyor. Ve böylece kolaylıkla su çıkartılabiliyor.

Bu tarzda birçok kuyular yol kenârlarında, yol dönemeçlerinde var. Artık iki köy geçmiştik. Manzara büsbütün güzelleşti. Yolun her iki tarafındaki tarlaları süsleyen zeytin ağaçları kollarını açmış, tevekkül bestesi fısıldıyor. Arada bir uçan renkli zarîf kuşlar… Bu yeşillikler diyârını görseniz hiç ölmek veyahut cennete gitmek istemezsiniz. Karşımıza yüksek tepeler çıkıyor. Onların yamacına doğru uzanan bir köy… Nihâyet beyaz badanalı kısmen kerpiç, kısmen ahşap evler arasından geçiyoruz. Bu köy evvelki tesâdüf ettiğim köylerden daha şirin, daha medenî gözüküyor. Sokakları âdi kaldırımlı, fakat muntazam… İlerde köy kahvesi… Karşı tarafta câmi… Yeşillikler içinde bir husûsiyet yaşayan bir diyâr: Büyük Dereköy.

O gece diğer bir köyden ertesi gün gelip kız alacaklarını, köy düğünü olduğunu öğrendik. [*] Dereköy’ün üçer sınıflı iki mektebi, faâl bir (hey’et-i ihtiyâriye)si var. Bi’l-hâssa nazar-ı dikkatimi celbeden şey bu köy halkının Burhaniye’deki diğer köylere nazaran daha medenî, daha faâl olmaları oldu. Ben onlar gibi yaşayan bir köy halkına tesâdüf edeceğimi hiç de ümit etmemiştim.

Köyün en güzel yeri hemen yirmi dakikalık bir mesâfede bulunan çamlıktır. Çamlığın eteğinde aynı istikâmetle birkaç yerden çıkan sular bazen kayalar, bazen çimenlerin üzerinde hârelenerek mütevekkil şırıltılarla akıyor. Her halde burası sanatoryum yapılacak bir mahal… Çam ağaçlarından süzülüp gelen latîf koku insanın âdetâ ruhunda gizleniyor, hayatın çok tatlı bir şey olduğunu hissettiriyor. Bi’l-hâssa bu çamların arılar için çok kıymetli olduğunu öğreniyoruz. Elde edilen bal çok nefîs olurmuş. Cennet bahçelerinden bir örnek olan bu köyden istemeyerek ayrılıyoruz. Tekrâr Burhaniye’ye ve orada otomobilimizi değiştirerek Ayvalık’a doğru hareket ediyoruz. Geçtiğimiz yollar, Dereköy’e gidene kadar tesâdüf ettiğimiz yolları âdeta unutturuyor. Öyle tatlı inhinâlar, öyle güzel dönemeç yerleri var ki… Saatlerce, günlerce oralardan ayrılmamak ihtiyâcını hissetmemek mümkün değil. Şimdiye kadar gezdiğimiz yerlerde hattâ sinema filmlerinde hayretle gördüğümüz manzaralar, yollar âdetâ hiç kıymetinde. Yol kenarlarında katırtırnakları, kırmızı vahşî güller, sarı hanımelileri dalgalanıyor. Dâimâ değişen latîf kokular… Yolun bir yerinde karşılıklı uzanan ağaç dalları, bir kemer teşkîl etmiş, bir tâk vücûda getirmiş. Fakat ne yazık ki, hepsini bırakıp geçiyoruz. 

Nihâyet oldukça düz bir arâzi… Tâ ileride gözüken deniz… Güneşin süzülen âteşîn ziyâsı, bir tarafta suların üzerinde hârelenerek dalgalanıyor, bir tarafta zeytin ağaçlarının yaprakları arasına sokularak renkler âllemi yaratıyor. Ve’l-hâsıl her yerde başka bir güzellik başka bir letâfet, başka bir câzibe… İki saatten fazla süren bu otomobil seyâhatından sonra oldukça güzel binaları çok olan Ayvalık Kazası’nın merkezine dâhil oluyoruz. Artık otomobilimiz fazlaca sarsılmaya başlıyor. Kaldırımlar gâyet küçük taşlardan yapılmış. Yekdiğerine benzeyen binâlar ve dar sokaklar. 

Burada göze ilk çarpan şey evlerin rengi oluyor: Rumların bıraktığı bir renk… İçimde “mümkün olsa da badana ile bütün bu düşman rengi örtülse!” diyorum. Ayvalık’ta bulunduğum az bir müddet zarfında üç mektep gezdim: Kız ve Erkek Numûneleri ile Ayvalık Türk Ocağı’nın açtığı “Türk Ocağı Öksüz Yurdu”. Fakat bunların arasında “Öksüz Yurdu” en ziyâde rûhumu okşadı. Zarif bir bina dâhilinde yerleşen bu mektebin müdürü Osman Bey, talebeyi o kadar iyi yetiştiriyor ve terbiye ediyor ki, takdîr etmemek mümkün değil.

Evvelâ öksüz, fakir çocuklardan ibâret olan (60) talebe toplanmış, kendilerine elbiseler yapılmış ve teşrîn-i sâni ibtidâsında mektep açılmış talebenin yirmisi leylî, diğerleri nehârî… Mâmafih hep berâber yemek yiyorlar. Mektebin masârıfını ocak te’mîn ediyormuş, şimdilik iki sınıfı var. Aynen numûne programı tâkip ediliyormuş. Mektebe âit marangozhâne ve demirhâne mevcûd olduğundan talebe sabahları dersle, öğleden sonra da san’atla meşgûl oluyor. Marangozhânede yirmi üç, demirhânede on altı efendi çalışıyormuş. Mütebâki kısmı da hâriçteki kunduracı ve terziler yanında san’at öğreniyormuş. İki katlı olan mektep binâsının altı odası ile küçük bir hamamı, çamaşırlığı, matbah ve küçük bir bahçesi var. Yemek salonu ile yatakhâne o kadar güzel tanzim edilmiş ki insanı derhal cezp ediyor. Bi’l-hâssa nezâfet son derecede… 

Bu derece intizâm ve cevvâliyet dâhilinde talebe yetiştirdiklerinden dolayı, mektebin gayûr ve nâzik müdürüyle muallimlerini ve bu sûretle vatan yavrularının tâlîm ve terbiyesini te’mîn ettiğinden “Ayvalık Türk Ocağı”nı samîmiyetle tebrîk eder ve kendilerine büyük muvaffâkiyetler temenni ederim. 

Ayvalık hakkındaki ihtisâslarıma gelecek nüshamızda da devam edeceğim. 

---
[*] Düğün hakkındaki tafsîlât ve elde edilen resimler gelecek nüshamızda derc edilecektir.

14 Haziran 926
MEHMET MESÎH (Şahin,2010:478-479)

"Ayvalık Türk Ocağı Öksüz Yurdu Marangozhânesi"
15 Haziran 1926, sayı:63, sayfa:1021
(kaynak: Milli Kütüphane, tercüme: Yasin Şahin)

Millî Mecmua'nın 1 Temmuz 1926 tarihli
64 numaralı nüshasının kapağı.
(kaynak: Milli Kütüphane)
Mehmed Mesih, "Ayvalık hakkındaki ihtisâsları(nı)" 15 gün sonra yayımlanan 64. sayıda, Büyükdere köyündeki düğün töreni ile birlikte yazmıştır. 

Yazara göre Ayvalık'ın yolları (kaldırımları) "ğâyet küçük taşlardan yapılmış olduğu ... (için) yürüken âdetâ bir taş yığını üzerinde yürünüyormuş gibi yorgunluk hissetmemek mümkün değil"dir (Şahin,2010:481).  

Mehmed Mesih halkın gündelik konuşmalarına da "tepki gösterir". Zira "... bi’l-hâssa mübâdilerden bir kısmının el-ân Rumca" konuşmaktadır ve bir Türk şehrinde bu "çirkin vaz’iyetin devâmı hiç de münâsip değildir". Ayrıca yazısında, "hükümetin bu husûsta bir mecbûriyet koyarak ana dilimizin konuşulmasını te’mîn etmesini" diler (Şahin,2010:481).

Millî Mecmûa'nın 1 Temmuz 1926 tarihli 64. sayısının 1036-1037. sayfaları arasında yayımlanan bu yazı dizisinin 2. bölümü, yine sn. Yasin Şahin'in çevirisi ile aşağıdadır.

İstanbul’dan Burhâniye ve Ayvalık’a -2 
(Büyükdere Köy)de Bir Düğün 
Geçen nüshâmızda Büyükdere Köy’de tesâdüf netîcesi olarak gördüğümüz bu düğün hakkında mâlûmat vereceğimi va’ad etmiştim. Çarşamba günü akşamüzeri köye geldiğimiz zaman düğün olduğunu ve gelinin ertesi gün Küçükdere Köy’e götürüleceğini ve esâsen eğlencenin bir haftadan beri devam ettiğini söylediler. Akşam ezanlarından sonra civârdaki köylü kadınlar kızın bulunduğu eve gelirler, aralarında âhenk yapar, eğlenirlermiş. Gelinin alınmasından bir gün evvelen tesâdüf eden gecede yine âhenk esnâsında kızın ellerine ve ayaklarına kına yakarlarmış. Son gece refîkamın gördüklerini aralarında erkek bulunamaması dolayısı ile bi’t-tabî ben o sahneye dâhil olamadım, anlattığı gibi yazıyorum: “Gelin odanın ortasında bulunan sandalye üzerinde süslü bir halde oturuyor. Başında o civâra mahsûs bir başlık var ki fes deniliyor. Bu fesin tepesi inci ve altınla çevrili, kenarları da yine inci ve altınlarla süslenmiş ve en üst sırada birçok elmas iğneler dizilmiştir. Fesin yanlarından ve arkasından birçok inci dizileri resimde görüldüğü vecihle sarkmaktadır. 

Gelelim âhenge: 
Bakır bir tepsiyi kendilerine mahsûs bir âhenkle çevire çevire çalıyorlar. Güzel bir nâğme doğuran bu hava genç köylü kızlarını ikişer ikişer oynatıyor. Bu hâl yatsı ezânına kadar devam ediyor. Ezanla berâber kadınlar evlerine gidiyorlar. Çünkü yatsıdan sonra kadınların sokakta kalması ayıp telakki ediliyor. Erkeklerin namazda bulunduğu bir sırada onlar da evlerinde bulunuyorlar. 

Perşembe günü gelin oruçlu bulunuyor ve mütemâdiyen ağlıyor. Etrâfında toplanan gençler kızın saçlarını ince örüyorlar. Bu sırada gelinin ağlaması daha ziyâdeleşiyor.

Öğle ile ikindi arasında (gelin alıcılar) geliyor. O vakit biri kızı, diğer biri de ayakkabıları saklıyor. Kızın bulunduğu odanın kapısı saklayanın istediği bahşîş verilmedikçe açılmıyor. Ancak bu bahşîş erkek tarafının zenginliği ile mütenâsip olarak isteniyor. Ayakkabılar da aynı vecihle bahşîş alındıktan sonra çıkarılıyor. Bu esnâda diğer köyden gelen ağalara kayınpeder tarafından kahve ve sigara ikrâm ediliyor. Onlar sohbetle meşgûlken gelini getirilen arabaya alıyorlar. Resimde görüldüğü gibi kızın yüzü kırmızı bir atlasla örtülmüş bulunuyor. Elleri mendillerle bağlı ve baştan aşağı işlemeli, kırmızı diğer bir atlas da arkasını örtüyor. Diğer arabalara da ağalar, köylüler biniyor ve iki tarafta köy mektebinin talebesi bulunduğu hâlde kâfile hareket ediyor. Cihâz: Gelin alıcılar gelmeden evvel erkek tarafından gönderilen arabalara kızın cihâzı konuyor. Bi’l-hâssa bu eşyâ meyânında bulunan mâvi boncuklu ve kurdelalı bir süpürge bulunduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Zamanla bu kabîl âdetlerin kaybolacağı düşünülürse bu tarzdaki resimlerin kıymetli bir vesîka hâlinde kalacağı şüphesizdir. 

-*-

Ayvalık’ta kaldırımların ğâyet küçük taşlardan yapılmış olduğunu geçen nüshâmızda söylemiştim. Bi’l-hâssa yürüken âdetâ bir taş yığını üzerinde yürünüyormuş gibi yorgunluk hissetmemek mümkün değil. 

Şehir üzerindeki yel değirmenleri denizden bakıldığı zaman Don Kişot’un Devleri gibi gözüküyor.

Bu muhîtin yetiştirdiği sebzenin başında sakız kabağı bulunmaktadır. Semizotu bi’l-hâssa ekilmiyor, dere kenârlarında kendi kendine yetişiyor, oralardan toplanıyor ve oldukça pahâlı satılıyor. 

Dikkatimi celbeden şey, bi’l-hâssa mübâdilerden bir kısmının el-ân Rumca konuşmaları oldu. Bir Türk şehrinde bu çirkin vaz’iyetin devâmı hiç de münâsip değildir. Binâenaleyh hükümetin bu husûsta bir mecbûriyet koyarak ana dilimizin konuşulmasını te’mîn etmesini dileriz. 

Ayvalık’ın yegâne mesîre mahalli Çamlı Manastır’dır. Akşamüzerleri ve mehtaplı gecelerde denizde sandal gezintileri bi’l-hâssa bu güzel şehre ayrı bir şiîriyet bahşetmektedir. 

Çamlı Manastır şehirden bir çarik (çeyrek), yirmi dakikalık bir mesâfede bulunuyor. Adalar’a benzeyen bu kısımda çok güzel inşâ’ edilmiş yalılar, köşkler vardır. Çamlar arasında gizlenen bir köşkten ayın doğuşunu seyretmek gözlere unutulmaz bir renk ziyâfeti oluyor. 

29 Haziran 926 
MEHMET MESÎH (Şahin,2010:479-481)

---
KAYNAKÇA

[Akyiğit], Mehmed Mesih (1926).
İstanbul’dan Burhâniye ve Ayvalık’a -1, İstanbul: Millî Mecmua, 6(63), 1019-1021.

İstanbul’dan Burhâniye ve Ayvalık’a -2 (Büyükdere Köy)de Bir Düğün, İstanbul: Millî Mecmua, 6(64), 1036-1037.     

Şahin, Yasin (2010).
Millî mecmua (51-71) tahlili fihrist-inceleme-metin, (Tez no.:261218) [Yüksek Lisans, Selçuk Üniversitesi]