31 Ekim 2023 Salı

AHMET YORULMAZ'ın İKİNCİ ÇEVİRİSİ: Ilias Venezis'in "Martılar" adlı öyküsü (1971)

(resim.01) Varlık Dergisi Nisan 1971 sayı: 763
(koleksiyon: Taylan Köken | fotoğraf: Hayri Kaan Köksal, 2019)

Ahmet Yorulmaz, bir "kaynak" bulmanın mutluğu ile peş peşe çevirilerini yayımlamaya başladı. Bu çevirilerden ikincisi, 1 Nisan 1971 günü "Varlık Dergisi" 763. sayısında yayımlandı. Öykü, bir Ayvalıklı yazar olan Ilias Mellos Venezis (Ηλίας Μέλλος Βενέζης)'in, Ege Hikayeleri'nden "Martılar" adlı kısa hikayesi idi  (Köksal,2015).

Ilyas Venezis 4 Mart 1904 tarihinde Ayvalık'ta doğan ve 3 Ağustos 1973'te Atina'da ölen Helen roman ve öykü yazarıdır. Yunanistan'da 1930 kuşağının başlıca temsilcilerinden biri olmuştur. 

Ayvalık’ta doğdu ve burada lise eğitimini tamamladı. Kurtuluş Savaşı (1919-1922) sırasında ailesiyle birlikte Midilli’ye göç etti. 1919’da İzmir işgali ile Anadolu topraklarına geri döndü. Bölge Türk ordusu tarafından geri alındığında, bir “işçi taburuna” konulara, "31328" numarayı almak için yoğun mücadele verdi. Bu dönem yaşadıklarını hem "Numero 31328 amele taburu" adlı romanından hem de, "ilk on günü" ablası Agapi Molivyatis (Αγάπη Μολυβιάτη)'nin kaleminden "On günün günlüğü" adlı romanlarından öğrenmekteyiz (Venezis,2015; Molivyatis,2005).

Serbest bırakılınca Midilli'ye geri döndü. Orada haftalık Kampana gazetesini kuran Stratis Myrivilis (Στράτης Μυριβήλης) (Takma adıdır. Gerçek adı Efstratios Stamatopoulos (Ευστράτιος Σταματόπουλος)) ile tanıştı ve gazeteye Türkiye günleri hakkında bir rapor yazması için teşvik edildi. Yunanistan'da, boş zamanlarında yazmaya devam ederken aynı zamanda bir bankada çalıştı. 1938'de, Ayvalıklı Stavritsa Molyviati (Σταυρίτσα Μολυβιάτη) ile evlendi. Ekim 1943’te Yunanistan’ın Almanya tarafından işgal edilmesi sırasında esir alındı ve  Averof (Αβέρωφ) cezaevlerinde (Korydallos Cezaevi Kompleksi, Atina, 1971'de yıkıldı) ölüm mahkumlarının olduğu C blok koğuşuna kapatıldı. Savaş sonrasında Akropolis (Ακρόπολη) gazetesinde bir köşe yazısı yazdı ve Atina Akademisi üyesi oldu
[ * ]

Öyküdeki yazım hataları olduğu gibi alınmıştır. Tırnak içinde ([ ] düz olarak) doğru sözcük yazılmıştır.

YUNAN HİKAYESİ 
MARTILAR
ilias venezis
ILIAS VENEZIS Anadolu'da doğdu (Ayvalık 1904). Günümüzün en ünlü Yunan hikâye, roman ve seyahat yazarlarından. Bir ara Devlet Tiyatrosu Müdürüydü. Akademi üyesidir.
Uluslararası bir üne erişen Venezi'nin, bir hikâyesini aşağıda sunuyoruz.

Lesbos'un kuzeyinde, Petra ile Molva arasında küçük bir ada var; çıplak ve ıssız. Adı olmadığından, o denizlerde çalışan balıkçılar ona, düpedüz "ada" derler. Bir tek ağacı yoktur, fundalıktan başka. Üç mil ötedeki Lesbos dağları, çizgi ve renkten yana tabiî bir armoni bestelerler. Bu cömertliğin yanında çıplak ada, sert çizgileriyle daha da ıssız kalıyor. Tanrı, ilk yedi günde, denizlerini ve karalarını yaratırken dünyanın, onu unutmuş olmalı.

Ama yeryüzünün bu çıplak şeridinde, yazları, güneşin sonsuz denizlere düşüşünü görebilirsin: Sular renklenir, her an değişir, dalgalarda erir. Berrak akşamlarda, uçsuz denizde, Aynaroz dağlarını seçebilirsin. Sonra bu, gelmekte olan geceyle birlikte sönmeye başlar. O saatte, ıssız adada bir başına oturan Barba Dimitri, hayat ve insanlarla tek bağlantısını sağlayan son hareketi yapacak, deniz fenerini yakacaktır. Işık, yanmaya başlayacak, sönecek, tekrar yanacak, tekrar sönecek... İnsan yaşamının vazgeçilmez, sert güçleri olan talih ve ölüm gibi!

İhtiyar fener bekçisi, gece havanın dönmesi, suların kabarması ihtimaline karşı sandalı kuma çekti, sağlamladı. Fenere yönelmeden önce, son bir defa daha baktı sandala:
- «Sonunda, bu yolculuk da bitti... » dedi yavaşça.

Kendi kendine söyledi. bunları ve sustu. Bu yolculuk, karşı sahile ayda bir defa yapılırdı. Un, yağ gibi ihtiyaçlar için giderdi. Başlangıçta, her seferinde, bütün gününü köyde geçirirdi. Eski dostlarıyle konuşur, insanların harp edip etmediklerini, ya da sulh içinde olup olmadıklarını öğrenir, memleketi ve dünya üzerine yeni haberleri alırdı. 

Gümrük Muhafaza Memuru, aylığını verirdi:
«Eh Barba Dimitri, yeni ayada hayırlasiyle!»

İhtiyar başını sallayarak teşekkür ederdi:
«Hayırlısıyle... ömrümüz varsa oğlum...» derdi.

Adaya döneceği zamana kadar kalan vaktini de, kayalıktaki yüz basamaklı küçük Panaya Kilisesinde geçirirdi. Eski ikonan önünde ellerini bağlar, ilkin Anadolu'da kaybolmuş iki oğlu, bütün insanlar ve sonunda da kendisi için dua ederdi:
«Yaşıyorlarsa, koru onları!» diye yakarırdı. «Kinden ve kötü saatten esirge...»

İhtiyarımız bacakları titrerken, duadan yana ne biliyorsa, mırıldanır, dururdu. 

Gözleri buğulanırken de söyle derdi:
«Benim de dinlenme zamanım geldi!»

Her seferinde, daha da hafiflemiş bir ruhla yüz basamağı inerdi. Yolda durup, onyamakta [oynamakta] olan küçükleri seyrederdi. Hepsi onu tanır, gördüklerinde feryadı basarlardı:
«Barba Dimitri! Barba Dimitri!»

Fındık alıp, aralarında bölüştürürken, çocuklar memnun bağırırlardı:
«Gene gelmekte gecikme derdi! Gecikme...»

Her seferinde, her yolculuğunda böyle olurdu. Ama yıllar geçtikçe, insanlardan uzaklaşır olmuştu. Yalnızlık günden güne kendini hissettiriyor, bütün ağırlığıyle üstüne çöküyordu. Her gelişinde, işleri için ayırdığı zamanı azaltıyor, köyde daha az kalıyordu.

Kayalıktaki kiliseye de gitmez olmuştu artık.

Suçluyormuşçasına da:
«Affet beni, çünkü takatim yok» diyordu Allah'a. «Takatsizliğimi görmen için her zaman ricada bulunabilirim.»

Ve adasına dönüşünde, her yolculuktan sonra, geç vakte kadar bekler, yıldızların altında ibadetini yapardı.

Haberleri, dünya olaylarını da sormuyordu; herşeyden [her şeyden] habersizdi. Dünya, günden güne ıssız adası etrafında daralıyor, güneşün [güneşin] dönüşüyle çıkan renkler ve uçsuz denizle kapanıyordu.

Bazı bazı, adasına gelen balıkçılarla konuşurdu. Havadan sığınmak zorunda kalan balıkçılar, dalagların [dalgaların] kırıldığı sahilde konaklarlardı. Talihlerinden, dertlerinden bahsederlerdi. Çoğu gece, sabahlarlardı orada. O zamanlar, güneş ışıyana dek, diğer konuşmaları bittiğinde, iki oğlundan laf etmek sırası gelirdi.
«Kimbilir [Kim bilir]» derdi balıkçılar, «Belki yaşıyorlardır, geleceklerdir Barba Dimitri. Geri dönen martıların gibi...» 

Konuşmuyordu. Olgun gözleri hareketsiz, gecenin karanlığına çakılıydı.
- «Evet Barba Dimitri, martıların gibi... öyle dönüp gelebilirler. Umutsuz olma.»

O zaman balıkçılar, bunu fırsat bilerek konuşmayı ihtiyarın martarına getirirlerdi.
- «Doğru mu?» derlerdi, «Nasıl ehlileştirebildin onları Barba Dimitri? Hiçbir yerde duyulmamıştır martıların evcilleştirilmesi...»
- « Böyledir evládım» diye mırıldanırdı o. «Herşey [Her şey] burada evcilleşir. Sadece insan...»

Bildikleri, karşı karada oturan herkesin bildiği martıların hikayesini, gene anlatmasını isterlerdi: Kayalıklarda bulmuştu onlari... küçük ve tüysüz. Mevsim kıştı. Acıdı fenerin yanındaki kulübesine taşıdı. Tuttu, büyüttü ağlarına takılan küçük balıklarla besledi. Bir gün onları, isimlendirmek esti aklına:
- «E, ne ad verelim sana?» Kalbinde ve hayalinde iki çocuk yüzü beliriyordu; küçüktüler, sesleniyordu onlara.»
- «Neticede, sana Vasilaki diyeceğiz dedi bir kuşa, Sana da Argiri...»

Böylece, oğullarının adlarıyle [adlarıyla] çağırmaya başladı onları. Ve martalar da yavaş yavaş alıştılar buna.

Bahar gelip de büyüdüklerinde, bir sabah, kuşları kapalı tutmanın günah olduğunu düşündü. Azad etmeyi kararlaştırdı. Büyük kamış kafesi açtı, birini tuttu, avuçlarına alarak sevdi. Hafif hissetti kendini:
- «Haydi bakalım Vasilis dedi kuşa, ve uçup gitmesi için avuçlarını açtı.
Kuş uçtu, gitti
Diğer kuşu da çıkarıp sevdi, sonra saldı. O gün herşey [her şey] sakindi. Gece de öyle... Sadece yalnızlığını duydu daha da.»

Ayni [Aynı] akşam, daha erken içeriye çekilmişti. Küçük kulübesinin penceresinde hafif vuruşlar duydu... Dikkat kesilip baktığında, inanamadı! Oğulları dönmüş gibi, sevincinden uçuyordu!

Martıların girmesi için kapıyı açtı,

O zamandan beri böyle oluyordu. Kuşlar sabahleyin kaçıyor, karşıdaki Anadolu sahillerine, daha ötedeki Sığrı'ya kadar gidiyor, akşamları da dönüyorlardı. Diğer martılarla birlikte avlanıyor, çok defa da ıssız adanın üstünde uçuyorlardı. Alçaldıklarında, kanatlarının altındaki kül rengi işaretlerden ayırdedebiliyordu [ayırt edebiliyordu] ihtiyar onları. Şayet sandaliyle [sandalıyla] gitmede ise, etrafında dolanıyor, üstlüne pisliyorlardı. Çevredeki balıkçılar da bellemişti onları. Gördüklerinde, gülüşerek bağırırlardı:
- «Hey Vasili... Hey Argi»

Issız adada günler böyle geçiyordu. Biri, öteki, geçeni, gelecek olanı... Heyecanız bir sıra izleyen, ölümden gayrı korkusu olmayan geceler, gündüzler..

Bir akşam, alışılmışın dışın da bir şey oldu: Martılar dönmedi! Ne ertesi gün, ne de gecesi görünmediler.

İhtiyar:
- «Belki uzağa gitmişlerdir» diye düşündü kendi kendine, huzursuzluğunu gidermek istercesine.

Ertesi sabah alıştığı gibi, fenerin eşiğine oturdu, denize baktı. Bir ara denizin, bir mil kadar ötede yol yol olduğunu, yunusların oynaşarak geçtiğini sandı. Çok kere yunusların açıktan geçtiğini görmüştü. Sudan fırlayışlarını, sonra da dalaşlarını izlerdi.
- «Şimdi de yunuslar olacak» dedi.

Fakat biraz sonra, yunus olmadıklarını açıkça gördü. Hayretle:
- «İnsan bunlar!» dedi.

Sahile inip, bekledi. Birazdan bir kızla, bir erkek olduklarını anladı. Yanyana [Yan yana ], güven dolu ağır hareketlerle yürüyorlardı. Hafif dalgalar, açtıkları yollarda eriyordu.
- «Ne istiyorlar acaba?» diye düşündü,

Bir başka defa insanların, yüzerek buraya geldiklerini hatırlamıyordu. Hem etrafta, atladıklarını gösterecek bir sandal da yoktu.

Az zaman sonra geldiler. İki islak vücut sahilde silkindiler. Oğlan çocuğu, kollarını yukarıya kaldırarak, kızın gözlerine bakar, derin nefes alırdı:
- «Ah! derdi Ne kadar güzeldi!»

Kız da kollariyle [kollarıyla] ayni hareketi yaptı:
- «Ne iyiydi!» 

Sonra fener bekçisine doğru yürüdüler.
- «Fenerin Barba Dimitri'si sen misin?» der oğlan. 

Kızgın güneşin altında çıplak vücudu parlayan kızın karşısında utanma dolu, başı eğik duruyordu.
- «Benim» diyor heyecanla, «Başınıza bir hal mi geldi?» Oğlan cevap vermede acele ediyor:
- «Yo, hayır. Dün arkadaşımla bu işi yapalım dedik ve işte geldik.»

İhtiyar merakla sorar:
- «Nereden?»
- «Karşıdan... Petra'dan.»

Barba Dimitri ne diyeceğini kestiremez, mırıldanır sadece: 
- «Yabancıların bu şekilde kendisine geldiklerini hatırlamıyordu.»

Fenere tırmanmaya başladılar.

O önde, çocuklar arkada yürüyorlardı. Onsekiz, ondokuz yaşından yukarı değillerdi. Önde yürüyor, dinlenme sorumluluğunu hatırlatan yaşının ağırlığını, omuzunda duyuyordu.

Fener taşına oturdular. Önlerindeki Ege limanlıktı ve üzerindeki güneş titriyordu.     
- «Nereden geliyorsunuz?» diye sordu ihtiyar.

Kız:
- «Atina'da öğrenim yapıyoruz» dedi. Ben kimyada, arkadaşım da teknik üniversitede.»

İhtiyar anlamaksızın mırıldanır:
- «A sahi mi!...»
- «Atina'ya gittiğin olur mu hiç, dede?» diye sorar kız.
- «Hayır», der o «hiçbir zaman.»
- «İster miydin şimdi?»
- «Hayır yavrum, şimdi geç artık.»
- «Çok yalnız olmalısın burada dede.»
- «Çok yalnızım yavrum.»

Sustular. Biraz zaman geçti. Yüksekten bir martı sürüsü geçti, İhtiyar kalkar, tatlı ikram etmek üzere, kulübesine girer. Küçük penceresinden, uzandıkları yerde iki çocuk görmektedir. Vücut ve yüzlerinde deniz suyu damlaları titreşmektedir hâlâ. Tanrısal bir sağlık, gençlik... Güneşin insafsızca yaktığı, denizin kaynattığı iki bronz heykel... Kızın siyah saçları omuzlarına düşmektedir; iri siyah gözlerinde de ağır bir ışık yürümektedir. Oğlan doğrulur, büyüleyen ağır ışık yüze eğilir. Narkozlu gibi bakar, sonra elleriyle okşamak üzere uzanır.

- «Hrisula...» diye, sadece ismini mırıldanır. Dudakları da heyecandan titrer.

İri siyah gözler kalkar, oğlanın yüzüne dikilerek bir süre hareketsiz kalırlar. Sonra ellerini oğlanın başına dolar, ateşli öper.

Çıplak adada bu kutsal saatte, herşey [her şey] rahat ve tabidir. İhtiyar insanın da yüreğinde ayni doğallıktadır bu. Bu yaz sabahında taşkın ve buruktur. Durgun suların, sessizliğini anssızın gelip, dalgalandıran bu körpelik.

Kız, dışardan seslenir: 
- «Dede, biz de gelelim mi içeriye?»
- «Geliyorum ben!» der heyecanlı «Geliyorum!»

Onlara tatlı, badem ve su getirmişti.

Kendini affettirmek istercesine mırıldanır:
- «İkram edecek başka şeyim yok...»

Kız ellerinden tutar, yanına oturtmak ister:
- «Otur, otur dede.»

Oturur.
- «Yarın da gelin.» der «Sizler için geceden balık avlarım.»

Kız hayıflanarak cevap verir:
- «Yarın gidiyoruz. Burada bu kadar kaldık da gelemedik. Hep böyle yalnız mısın dede?
- «Hep evlâdım.» 
- «Ah, şimdi anlıyorum martılar neymiş...» diye söylenir kız.
- «Evet evladım, budur yalnızlık.»

Biraz sonra kız gene:
- «Onları affetmem dede» der, «Bilselerdi asla yapmazlardı.»

İhtiyar anlamaz, şüpheli sorar:
- «Kimlerden bahsediyorsun evlâdım?»
- «Martları öldürenlerden bahsediyorum Barba Dimitri. Dostumuzdurlar.»

Anlamıştır. Dizleri titriyor, kalbi çarpıyor. Soruyor alçak sesle:
- «Öldürdüler mi? dedin.»
- «A, bilmiyor muydun daha?...»

Çocuk dudaklarını uzatıyor fakat iş işten geçmiştir. Hikayesini anlatır:
- «Bütün gençler avlanıyorlardı. Sonra sahile inmişlerdi. İki martı sürüden ayrılıp, alçalmışlardı. Dostlar da tecrübe için tetiği çekmişti... Sonra yakında bulunan bazı balıkçılar kül rengi kanatlarından tanımışlardı.»
- «Bir şey değil, iki martıydı.»
- «Bilmiyorlardı dede» diyor sıcak sesiyle kız. İhtiyarlamış yüzde gördüğü sağır acıma, duygulandırmıştı onu: «Bilmiyorlardı...»

İhtiyar, sonra başını sallar inanmışcasına:
- «Evet, evet evladım. Her halde bilmiyorlardı.» 

Yunancadan çeviren: 
Ahmet YORULMAZ

---

KAYNAKÇA
Molivyatis, A. (2005).
On günün günlüğü, (çev.) Kosta Sarıoğlu, İstanbul: Albatros Yayıncılık.

Köksal, H.K. (2015).
KOMŞUM VENEZIS, 6 Ocak 2015, son erişim: 14 Ekim 2023, cumartesi.

Venezis, I. (2015).
Numero 31328 amele taburu, İstanbul: Belge Yayınları.

Yorulmaz, A (1971).
Martılar, Ilias Venezis, (çev.) Ahmet Yorulmaz, İstanbul : Varlık s.:763, sf.: 33-34.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder