26 Ekim 2016 Çarşamba

KIRKAĞAÇ'ta VERİLEN KORUMA MÜCADELESİNDE İKİ ÖNCÜ: NART KARDEŞLER


Okur belki de anımsayacaktır. Kırkağaç, -çok üzgünüm ki- ancak iki ay önce sokaklarını adımlayıp, hakkında yazılanları okuyarak tanıma fırsatı bulduğum, bir "araştırma-bulma serüveni" benim için bugünlerde.

Ve bu içine sürüklendiğim “serüvenin” mütevazı bir ürününü de birkaç gün önce sizlerle paylaşmıştım...

O yazının ana gayesi: bir çoğumuz için bir meyve ile (kavun ile) özdeşleşmiş bu "kasabanın" kapısını biraz olsun aralamak, -en azından arkadaş çevremde- "Kırkağaç üzerine bir merak uyandırmak" ve şayet başarabilirsem de -en azından birkaç arkadaşımın- bu "kasabanın" sokaklarını adımlamasını, örneğin bir perşembe günü, pazarından keçi peyniri aldıktan sonra bir kahveye oturup bir bardak çay içmesini sağlamaktı.

Bu gayem gerçekleşti mi/gerçekleşecek mi bilemiyorum. Ama hiç tahmin etmeyeceğim, benim gibi amatör bir “blog yazarının” çok ender yaşayabileceği bir durum gerçekleşti: o "mütevazı" yazımı okuyan çok sayıda Kırkağaç'lı okurdan, olumlu ya da olumsuz çok sayıda eleştiri aldım. Düşüncelerini yazmak için zaman ayıran tüm dostlara, tekrar çok teşekkür ediyorum.

O yazıda: kendi analitik çalışmalarımı ve yorumlarımı sunmuş, güncel kaynaklardan alıntılar yapmış ve bu "kasabayı" anlatmayı, bu "kasabayı" en iyi anlatan iki yazara (sayın Ümit Evran ve sayın M.Selçuk Satı'ya) bırakarak yazıyı tamamlamıştım. Yukarıda özetle geçtiğim “yorum/eleştiri” sonrasında oluşan "müthiş bir motivasyonla”, bu yazımın konusu olan Selanik muhaciri bir aileden gelen iki kardeşin, "dede yadigarı" binalarında sürdürdükleri restorasyon çalışmalarını görebilmek ve olanak bulabilirsem de kardeşlerden en azından birisi ile sohbet edebilmek için cumartesi akşam üzeri (22 Ekim 2016) yeniden Kırkağaç'a gittim.

Birol ve Hamdi Nart kardeşlerle yaptığımız sohbetin bir bölümü işyerlerinde, bir bölümünü ise 1869 yılında inşa edilmiş olan ve hala restorasyonu süren, Tevfikiye Mahallesi 56. Sokak 67 numaralı evlerinde gerçekleştirdik. Geç saatlerde Kırkağaç'ta olabildiğim için ne yazık ki karanlık mekanlarda fotoğraf çekimi yapamadım.

Bu ülkenin bir yerinde kendilerine neredeyse hiç maddi veya manevi bir destek verilmemesine, hatta kalkıştıkları işten caymaları için sürekli “telkinlerde bulunulmasına” karşın, bu iki “kültür mirasını koruma” gönüllüsünün öyküsüne geçmeden, Kırkağaç "kentsel sit alanı" kararı ile ilgili özet bilgiler vermeliyim.


KIRKAĞAÇ (MERKEZ) KENTSEL SİT ALANI
Kırkağaç Kentsel Sit Alanı, İzmir 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulunun, 19.01.2008 tarih ve 3626 sayılı kararı ile tescil edilen ve İzmir 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 22.11.2012 tarihli ve 1526 sayılı kararı ile son şeklini alarak tescil edilen sivil mimarlık örneği yapı, anıtsal yapı, kentsel sit alanı olarak belirlenmiştir [1]

resim 1. Kırkağaç (Merkez) Kentsel Sit Alanı (Kocatuğ:7)

15,8 hektarlık Kentsel Sit Alanı: “Kadriye mahallesinde bulunan Mehmet Günekli İlköğretim okulundan başlayarak 6.sokak boyunca devam eden ve 6.sokağa bakan parselleri içine alarak, Güney kısımda Orta Camiye, Orta Camiden 23.sokak boyunca Hacı Mehmet Mahallesindeki Yeni Camii de içine alarak Cemal İçöz Caddesinin batı kısmından, Çiftehanlar Camii meydanına kadar uzanan ve bu meydanı da içine alarak 37.sokağın güneyinden devam ederek, 38.sokaktan Menderes Caddesine kadar uzanır. 44.sokak başlangıcındaki meydanı çevreleyen sınırdan 12 Eylül ilköğretim okulu ve Karaosmanoğlu Camii etrafını da içine alarak Boduroğlu mahallesini tamamında yer alır.” (Kocatuğ:7)

Sit alanı içinde 53 adeti tescil edilmiş toplam 775 bina bulunmaktadır. Tescilli binaların tümü yığma yapım tekniği ile yapılmıştır ve bunlardan 33 adeti bir, 19 adeti iki ve 1 adeti ise üç katlıdır. 

resim 2. Kırkağaç (Merkez) Kentsel Sit Alanı 
Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı (Kocatuğ:8)

Yazımızın konusu olan binanın bulunduğu 56. Sokak sit alanının dışında bulunmaktadır ki; buradaki dokunun yıkılarak “acaip” betonarme binalara dönüşmesi de 2008 yılı sonrasında, yani kentsel sit alanının ilan edilmesinden sonra büyük bir soğukkanlılıkla gerçekleşmiştir. Bugün 56. Sokak'ta bir elin parmakları kadar kalan “ortak kültürel mirasımızdan” bir tanesi, Nart ailesi tarafından restore edilen diğeri ise kamu eliyle restorasyonu süren ve tamamlandığında ilçe kütüphanesi olarak hizmet verecek olan binalardır.

resim 3. Kırkağaç (Merkez) Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı 
Nazım İmar Planı üzerinde 56.Sokak 67 numaralı
binanın yeri (kırmızı daire ile işaretli parsel)

KIRKAĞAÇ KONUT MİMARİSİ HAKKINDA
Hamdi Nart'ın da katkıları ile derlediğimiz “Kırkağaç Bibliyografyası/taslak” çalışmasına göre, Kırkağaç kentsel gelişimi ve konut mimarisi üzerine yapılmış akademik bir çalışma ne yazık ki bulunmamaktadır. Bu nedenle konu hakkında okuduğum tek kaynak olan “Geçmişten Günümüze Kırkağaç[2] kitabındaki bilgilerden (s.157-162) yola çıkarak Kırkağaç konut tipolojisi hakkındaki şu bilgileri okurla paylaşmalıyım:
"... Rum ve Ermeni evleri ise tamamen farklı özellikler taşırlar. Rum evleri Tevfikiye Mahallesi'nde, Ermeni  evleri ise Türkbirliği Okulu civarında yoğunluktadır. Bu evler yarı kagir bir yapıda olup cepheden görünümlerinde taş hakimdir. Özellikle pencere ve kapılar çevresinde dikdörtgen keveke taşlardan yapılmış söveler dikkati çeker. Pencereler iki kanatlı, demir, sağlam kepeneklerle korunmuştur.
Yukarıda anlatılan tipik Kırkağaç evinin içerlek olmasına karşın, Rum ve Ermeni evleri yolüstüdür ve yola bakan pencereleri vardır. Tek katlıları da olmakla birlikte, çoğunlukla iki katlı olup, giriş kapısına 5-6 basamak mermer merdivenle ulaşılır. Kapılar bir metre kadar içerlek ve çok sağlam görünümlü olup demirden yapılmıştır. Bazılarında çok zevkli ferforje süslemeler gözlenir. Özellikle Rum evlerinde bina cephesinde İonik sütun başlıkları, palmet motifleri, değişik çiçek kabartmaları görmek mümkündür. Bazılarında Meryem Ana ve İsa betimlemeleri, bazılarının giriş alınlarında evin inşa edildiği tarihi görmek mümkündür. Bazı evlerin kapı üzerlerinde Grek harfleri ile yazılmış evsahibinin ismini görmek, nadiren de olsa hala mümkündür. Gayri müslümler pek çiftçilikle uğraşmadıkları için, evin girişinin hayvan ve araba girişine uygun olmayışı sorun yaratmaz. Kapıdan girdikten sonra ortadaki salonla karşılaşılır. Buranın tabanı karo taşlarla kaplıdır ve çoğunlukla bu taşların üzerinde, geometrik, simetrik şekiller bulunur. Oda sayısı çoğunlukla dört tane olup, tümü bu salona açılır. Bu odalardan arka taraftaki bahçeye bakan bir tanesi mutfak olarak kullanılır. Bu evlerde bacaya rastlanmaz. Eğer ev iki katlı ise üst kata çıkış merdiveni, girişteki küçük hole çok yakındır. Bu evlerin avluları arka taraftadır ve oraya evin içinden birkaç basamak merdivenle ulaşılır. Evlerin çoğunda yarım kat bodrum mevcuttur. Yani önden bakılınca zemin kat su basmanı seviyesinden başlar. Bodrumlara iç taraftaki avludan ulaşılır. Bu bodrumlar hep serin olmaları nedeni ile evin kileri işlevini görürler. İç avluda çeşit çeşit rengarenk çiçekler ve sıklıkla güzel bir havuz bulunur. (s.161-162)
fotoğraf 1. Nart Evi ön cephesinin 56. Sokak'tan görünümü. 
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

Birol ve Hamdi Nart kardeşlere ait evin plan şeması, yukarıda alıntı yaptığım Evran ve Satı'nın gözlemleri ile aynılık taşımaktadır. Buna karşın binada, yazarların bahsetmediği üç ayrıntı bulunmaktadır. 

resim 4. Nart Evi zemin kat krokisi (ölçeksiz)

Bunlardan ilki, bahçeye bakan ve mutfak olarak kullanılan odanın duvarında, niş biçimindeki ocaktır (fotoğraf.5) Diğer ayrıntı, ön cepheye bakan odanın, pencere önünde ve oda genişliği boyunca yerleştirilmiş olan, 40-45 cm yüksekliğinde, ahşap yer döşemesi ile birlikte çalışan bir sedirdir. Son ayrıntı ise Anadolu'nun birçok yerinde “kör dolap” adı verilen ve duvar nişi olarak inşa edilen “gömme dolabın” içindeki, çatıya çıkan gizli merdivendir. Tabi ki bu ayrıntıların, binanın yapım tarihi olan 1869'dan günümüze kadar geçen dönem içinde yapılmış olma olasılığı da vardır.

TEVFİKİYE MAHALLESİ 56. SOKAK, 67 NUMARA: NART EVİ
Bina kapısının önüne gelip duruyoruz. 7 yıldır süren “maceralarını” (büyüdükleri “dede yadigarı” bir evi, diğer komşularının yaptıklarının tam tersi bir karar ile, kendilerine teslim edilmiş “korunması gereken bir kültür mirası olarak kabul edip“ restore etme kararlarını yani) anlatmaya başlıyor Nart kardeşler: “Hiçbir manevi destek alamadık bu kararı verip uygulamaya geçtiğimiz günlerde. Bize bir şeyler söylemeden gülenler bile vardı. ... Bu sokak (56. Sokak), biraz önce gösterdiğimiz fotoğraflardaki sokak idi. Görüyorsunuz şimdiki halini ve bunun için 10 yıldan az bir zaman yetti.

Bu “10 yıldan az bir zaman” meselesi gerçekten düşündürücüdür. Anımsarsanız, bu bölgenin kentsel sit alanı kapsamına alınmasının 2008, onayının ise 2012 olduğunu yazmıştım. Bu karara dayanan koruma amaçlı nazım imar planı ise 2015 tarihlidir. Bu MÜTHİŞ YIKIM SEFERBERLİĞİ'nin nasıl da “soğukkanlı bir eylem” ile gerçekleştiğini, gözünüzde canlandırabiliyor musunuz?

7 yıl önce koruma kuruluna başvurdukları günlerdeki heyecanlarını vurguladıktan sonra, proje süreci ve ilk imalatları anlatmaya başlıyorlar: "Sonra, bir mimarlık ofisi ile anlaştık ve "hibe desteği olarak" 25.000.- TL para, anlaştığımız mimara ödendi. Biz ondan hemen, binamızın su almasını engellenmesi için çatının onarılması ve ahşap tavan kaplamalarının yenilemesi için çalışma başlatmasını istedik. Ortaya çıkan işin pahalıya malolması bir yana, işine özenmeyen bu meslek adamının kontrolünde ortaya çıkan imalat da son derece kötüydü. Bu kötü imalatların tümünü söktürdük ve mimarla yaptığımız sözleşmeyi de hemen feshettik. Şuan gördüğünüz çatı da tavan kaplamaları da kendi paramızla yeniden yaptırdığımız imalatlardır."

Sohbetimiz boyunca, para ödeyerek aldıkları hizmetlerin birçoğunda yaşadıkları sıkıntıları anlatan Nart kardeşler, konuyu kamu ile olan ilişkilere getiriyorlar: "...restorasyon süresince İzmir kurulundaki görevli arkadaşlar bize her konuda destek oldular. Mimar Didem hanım ile mühendis Günsel hanım, takıldığımız her konuda bizzat yanlarına gittiğimizde ya da telefonla aradığımızda, onlara ne yapmamız gerektiğini sorduğumuzda hep yol gösterdiler. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz."


ÖNÜNDE DURDUĞUMUZ KAPININ ÖYKÜSÜ
Bu kapıyı (fotoğraf.2) orijinal ahşabı ile korumak için çok uğraştık” diye başlıyorlar kapı kilidini açarken ve ekliyorlar: “...kimyasal kullanmadan yılların boyasını sökmeye çalıştık... Bir biçimde başardık boyayı söktük ama karşımıza da bu çıktı. Kurul'la konuştuk ve sonunda yeniden yaptırmaya karar verdik. Ama bu kanatları atmayacağız. İçeride, masa olarak mesela kullanacağız...” 

Bu bilgiden sonra, restorasyon sırasında ahşap imalat hizmeti alacakları marangozu bulma çabalarını anlatmaya başlıyorlar: “Hemen bir marangoz bulduk. İşi görünce çekindi. Hazır alıp yapmaya alışmış şimdiki marangozlar. Her yerden marangoz aramaya başladık. İzmir'den bile... Derken burada yaşlı bir hemşehrimiz olduğunu öğrendik... Tanıştık... Geldi ve tek tek ölçülerini aldı yapacağı işlerin. Bir yerlerden tomruk halinde ağaçlar aldı, atölyesine getirdi ve aylardır bu tomruklardan tek tek ölçüsünde ahşaplar kesiyor ve yapıyor... Ne zaman biteceğini bilmiyoruz... Sıkıştırmıyoruz da...” 

fotoğraf 2. Nart Evi giriş kapısı temizleme işlemi sonrasındaki hali.
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

fotoğraf 3. Nart Evi giriş kapısı üzerinde bulunan 
bina yapım yılı ile yaptıranın adını gösteren bilgi filigranı. 
(h.kaan köksal, 22.10.2016)


Her adım attığımız mekana ait bir başka bir öykü anlatıyorlar. Bu öyküler kimi zaman, dedelerinden kalma oluyor kimi zaman çocukluğundaki “ev hallerine” dair. Bunları anlatırken gülümsemeleri ile aydınlanan yüzleri, hala süren 7 yıllık restorasyon “mücadeleleri” boyunca morallerini bozan bir anıyı anlatırken bir anda değişiveriyor. Ve ben onları dinlerken; kimse istemediği halde kendilerini “ortak kültür mirasımızı koruma” görevi ile görevlendiren bu insanların iç huzurlarının dışa vuran gülümsemesini de, “neden cezalandırılıyoruz ki?” sorusu üzerine gerilen yüz hatlarını da çok iyi anlıyorum.


“Horasan sıvacısını” BULMA ÖYKÜSÜ
Her şeyin orijinal gibi olmasını istiyorduk... Keçi kıllarını aldık oradan buradan... Saman da aldık... Sönmemiş kireç getirttik... Sonra bir sıva ustası çağırdık. İstediğimizi anlatınca “şaşırdı”. Ben yapamam dedi. Günlerce “horasan sıvası” yapabilecek usta aradık. Bulamadık. Derken İzmir'de bir kişi var dediler. Gittik, konuştuk ve geldi. Ona yatacak yer hazırladık. Daha da almamız gerekenler varmış, aldık. Ve işte sonuç.” 

Artık süt beyazı rengine dönmüş sıva, övünülmeyecek gibi değildi. Yapı ustasının çıkarttığı ürün de öyle. Ama bir mal sahibinin “doğruyu yapmak” için harcadığı çaba ve onu gerçekleştirmek için gösterdiği "sabır" da en az ürün kadar övülecek bir durumdu. 

Bunları dinlerken, gözümde Ayvalık'ım canlanıverdi bir anda. Çok değil daha geçen ay kendisinden -onun verdiği isimle- “saman sıva” yapmasını istediğim bir yapı ustasının, komşularla istediğim sıva üzerinden geliştirdiği “mizahın” aktarıldığı andaki, gerilimimi anımsadım. Styrapohor köpüğü yapıştırıp, Ayvalık “Rum” evi safsatası ile satmaya kalkışan bir simsarla bir kaç ay önce, müşterisi önünde yaptığım tartışma canlanıverdi gözümde... Neyse...


Evde yaptığımız ve yaklaşık bir saat süren sohbeti, evin avlusunda şöyle tamamlıyorlar: “Biz, bir apartmanın tepesindeki evimize tırmanmayı değil, her sabah şu odada, avluya doğan güneşi görerek uyanmayı, çocukluğumuzun geçtiği bu avlunun taşlarına basarak sabahları ailemizle birlikte kahvaltı yapmayı, ürettiğimiz zeytin yağlarını zemin altındaki eski hayvan damında depolamayı istiyoruz... Dedemiz bu evi nasıl sapasağlam ayakta tuttuysa, halamız, amcamız, babamız nasıl bu evi bize teslim ettilerse, biz de bu evi yaşatmak istiyoruz...”

BİTİRİRKEN... 
Ben bu yazımda; çok yeni tanıştığım ve varlıklarını öğrendikten sonra, ülkeme dair beslediğim umutlarımı pekiştiren Birol Nart ve Hamdi Nart kardeşlerin, 2008 yılından bu yana verdikleri ve kim bilir belki de Kırkağaç'ta bile bilinmeyen bir "koruma mücadelesini" özetleyerek, "ortak kültür mirasımızı" korumak için kalkıştıkları ve her türlü övgüye layık çabalarını okurla paylaşmak istedim. 

Ayrıca kim bilir, belki de benzer işlere "kalkışan / kalkışacak" başka “maceraperestlerle (!)” onlar arasında bir köprü kurabilmeyi amaçladım. Benim ne kadar katkım olabilir bilemiyorum ama şunu Nart kardeşler bilmelidir ki, tamamlamaya çalıştıkları bu restorasyon, Kırkağaç için “öncü” ve “doğru” bir çabadır. Ben bugüne kadar sürdürdükleri sabırlarını devam ettirmelerini, öncelikle onlardan rica ediyorum. Ve bu yazıyı okuma nezaketi gösteren okurlardan ricam ise şudur: “kasabaları” için örnek olacak “kültür mirasımızı koruma” mücadelesi veren bu iki “adsız kahramanı” unutmasınlar.

Sabırla verdikleri bu müthiş mücadeleden dolayı ve "mış gibi", "yalap şalap" şeyler yapmak yerine, ülkemizde her geçen gün biraz daha unutulan "nitelik meselesini" ön planda tutan Nart kardeşleri yürekten selamlıyorum.

Bana umut oldunuz, sizin de yolunuz açık olsun...


fotoğraf 4. Nart Evi avlusu. 
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

fotoğraf 5. Nart Evi mutfağındaki ocak. [3] 

fotoğraf 6. Nart Evi avlusu. [4] 

fotoğraf 7. Nart Evi avlusundan arka sokağa çıkış kapısı. [5] 

fotoğraf 8. Nart Evi avlusundan binaya bakış.
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

fotoğraf 9. Nart Evi avlusundaki dere taşları ile döşenmiş yer
kaplaması. Mal sahipleri, bu kaplamanın yıllar önce şap dökülerek
kapatıldığını anımsayınca, kaplama kırılarak temizlenmiş.
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

fotoğraf 10. Nart Evi giriş verandası.
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

fotoğraf 11. Nart Evi giriş merdiveni rıhtındaki
havalandırma kuranglezi.
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

fotoğraf 12. Nart Evi giriş merdivenine yansıyan gölgem :)
(h.kaan köksal, 22.10.2016)

DİPNOTLAR
-----------------
 1. Kocatuğ, Yılmaz Şevket. Manisa - Kırkağaç Kentsel Sit Alanı Nazım İmar Planı, Plan Açıklama Raporu / Plan Notları, 2016.

 2. Evran; Ümit ve M.Selçuk Satı'. “Geçmişten Günümüze Kırkağaç” (Genişletişletilmiş 2. baskı), Adalet Matbaası, İzmir, 472 s., 20 cm., ISBN: -, 2013.

 3, 4 ve 5. Yazıda da belirttiğim gibi Kırkağaç'a akşam üzeri varabilmiştim ve sohbeti tamamlarken de akşam olmuş flaşlı çekim gerçekleştirememiştim. O nedenle benim çekim yapamadığım mekanlara ait bu üç fotoğrafı, aynı zamanda bu restorasyonu öğrenmeme de aracı olan 45haber.com haber sitesinden aldım.



21 Ekim 2016 Cuma

GÜMÜŞ PERDEDE BİR SİLÜET: AYVALIK

Ayvalık'ta çekilen Türk filmleri için analitik bir çalışma
ve kaynakça oluşturma denemesi [*]


özet...
Bu makale; Ayvalık'ta çekildiğini belirlediğim 28 film üzerinden hazırlanmıştır [1]. Ayvalık mekanlı çekilen ilk film Yak Bir Sigara (1960) ve vizyona giren son film ise Ali Kundilli 2 (2016)'dir. Çekimleri Ayvalık'ta yapılan İkinci Şans (2016) filmi ise, 18 Kasım'da vizyona girecektir. İncelemesi yapılan filmlerin tümü Türk sinema yönetmenlerince çekilmiştir ve tümünün de yapımcıları Türk'tür. (tablo.1)'de detaylı olarak sunulduğu gibi filmlerden; 8'si dram-romantik, 4'ü dram-politik, 3'ü komedi, 3'ü dram, 1'i dram-gerilim, 1'i dram-komedi-müzikal, 1'i dram-polisiye, 1'i dram-politik-biyografi, 1'i dram-romantik-politik-çevre, 1'i dram-romantik-komedi, 1'i fantastik, 1'i romantik, 1'i romantik-komedi ve 1'i de romantik-macera türlerinde çekilmiştir [2].

Filmlerin çekiminde, 27 yönetmen görev almış ve bu yönetmenlerden Atıf Yılmaz ile Çağan Irmak ikişer film çevirmişlerdir. Bir tek Deniz Seviyesi (2014) filmi iki yönetmen tarafından çekilmiştir. Filmler, 28 senaristin elinden çıkmış ve Çağan Irmak, Hamdi Demircioğlu ile Erdoğan Tünaş ikişer film senaryosuna imza atmışlardır (tablo.2). Ayvalık'ta çekilen 28 filmi oyuncuları bağlamında değerlendirdiğimizde, dördü yabancı olmak üzere toplam 384 oyuncu rol almıştır. Bu oyunculardan Hulusi Kentmen 5 filmde oynamıştır. Onu, dört film ile Kadir İnanır ve Ahmet Turgutlu, üç film ile Ali Şen, Cevat Kurtuluş, Hakkı Kıvanç, Hümeyra, İbrahim Uğurlu, İsmail Hakkı Şen ve Şerif Sezer izlemektedir. 

Bu filmleri çekim yapılan coğrafi konumları bağlamında incelediğimizde ise (tablo.3): 14 filmde Ayvalık mekanları, 10 filmde Alibey Adası mekanları, 3 filmde Altınova mekanları, 2 filmde Küçükköy mekanları ve 1 filmde ise Hakkıbey Yarım Adası mekanları izleyiciye sunulmaktadır. Ulak (2008) filminin çekildiği yer ise belirlenememiştir. Ayvalık'taki çekimlerde; Cumhuriyet Meydanı, Taxiarchis Kilisesi ve çevresi, eski ve yeni otogar, İsmetpaşa Mahallesi'ndeki fabrikalar ile Avcılar Kulübü lokali, 13 Nisan Caddesi ve Şeytanın Kahvesi, Saatli ve Çınarlı camiler, Uzun Sokak, Halaların Bahçesi ve Çamlık ile Belediye Parkı mekan olarak kullanılmıştır. Alibey Adası çekimlerinde ise Taxiarchis Kilisesi, Agios Triada Kilisesi, Agios Yannis Kilisesi, Su Ürünleri Kooperatifi, Taş Kahve, motor iskelesi ile çevresi kullanılmıştır. Ayrıca hemen her filmde Şeytan Sofrası ile kimi filmlerde İlk Kurşun Tepesi görüntüleri kullanılmıştır. 

Kasabaya gelenler, Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) ve Suyun Öte Yanı (1991) dışındaki tüm filmlerde Laka yönünden giriş yaptırılmıştır. Veda (2010) dışındaki filmlerin tümünde öykü, “şehre gelen yabancı” ya da “şehre yıllar sonra geri dönen hemşehri” üzerinden başlatılmıştır. Şöyle ki: kasabada süren bir hayat vardır ve bu yabancının/hemşehrinin kasabaya gelişi ardından, mevcut durum ile gerilim/çatışma yaşanacaktır.

Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) ve Suyun Öte Yanı (1991) dışındaki senaryoların tümü, Ayvalık'ı “salt” bir mekan olarak kullanmış, kasaba yaşamıyla hiç temas kurmamıştır. Örneğin bu temas kuramamış filmlerde: denizciler “Karadeniz şivesi” ile, kasabalı ya da kasaba ile ilişki kuran tüccarlar ise “Kayseri şivesi” ile konuşturulmuş, tüm varlıklı yüksek sınıf, “şıkıdım şıkıdım” giyinip kulüplerde toplanan kadınlar olarak sunulmuştur. Kasabanın varolan “iç gerilimleri/çatışmaları”, Kambur (1973), Tuzak (1976) ve Ay Büyürken Uyuyamam (2011) filmleri dışında, salt “kan davası” teması üzerinden verilmiştir. Kambur (1973) filminde, kasabada hala olduğu “var sayılan” Rumları temsil eden bir rol bulunmaktadır ve bu kişi, İstanbul Rumları şivesi ile “aksanlı Türkçe” konuşmaktadır.

Filmlerin kasabanın ideolojik yapısına yaklaşımları ise sorunludur. İstanbul “üstenciliği” ile bakan bir gözle yazılan senaryo ya da olayı kurgulayan yönetmenin gözünde kasaba halkı: “lümpen”, yer yer “gerici”, asla senaryonun muhatabı olmayacak kadar “fuzuli” ve gelenin müdahalesi olmasa şayet, “çaresiz” kişilerden oluşur. 

Ayvalık'ın temel kavramsal tanımı olan “mübadele” olgusuna Suyun Öte Yanı (1991), “zeytin” olgusuna ise Tuzak (1976), Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) ve Arkadaşlar Arasında (2013) filmleri dışında hiç ilgi duyulmamıştır. Yak Bir Sigara (1960) ve Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) dışında “işçi sınıfı”, filmlere hiç yansıtılmamıştır. Kasaba bileşenlerine sadece Arkadaşlar Arasında (2013) filminde “Roman sakinlerin yaşamı” ile temas edilmiştir. 

Sonuç olarak filmlerin neredeyse tümünde Ayvalık, sadece “gümüş perdede bir silüet” bir “arka fon” olarak izleyiciye sunulmuştur.

bize “şehri” gösteren sinema için “şehrin” manası nedir?
Aslında bir modernist ürün olan sinema ve 1920 sonrası aldığı forma bağlı kalarak oluşan sinema sanatı, Paris Grand Cafè'deki sunumdan[3] bu yana hep “şehirlileştirilmiş” bir hayatı ve hep “şehirli hafızası” ile anımsanan bir geçmişi bizlere sundu. Köyü/Köylüyü işleyen ya da irdeleyen filmler bile -ve hala- hep “şehir referansı” ile ele alındı. Zira; sinema hem teknolojisi ve hem de o teknolojiyi kullanarak eser üreten yaratımcısı bağlamında şehirliydi. Mete Özgenci'nin yazdığı gibi: “Sinema insanları şehirli insanlardır. Hafızaları şehirlidir. Pek az sinemacı ki şaire daha yakın dururlar, şehir etrafında dolanmazlar, ya da bizzat şehri başrolde kişileştirerek aktarırlar[4].

Şehir ise, karmaşık bir dizi iktisadi etkinliğin yaşama geçirildiği muazzam bir arazidir. Ve onu var eden bu karmaşık ilişkilerin somut öğesi ise tartışmasız olarak insanlardır. Ve o somut öğe aynı zamanda, bu arazi üzerinde bir dizi “imge”yi üretmekle de meşguldür. Fabrikalar, evler, parklar ve dini binalar, okullar ve heykeller gibi ideolojik empoze objeleri, yani birleşince “şehir imgeler”i olan tüm “yapma çevreler”i o insanlar üretir ve aynı zamanda da ardıl gelen insanları, üretilen o “imgeler” yeniden üretir. Winston Churchill'in dediği gibi: “biz önce binalarımıza şekil veriyoruz, daha sonra da binalarımız bizi şekillendiriyor”.

Evet, şehir sadece üretilmiş “yapma çevreler”den ibaret değildir. Şehrin en önemli bileşeni; o yapma çevreler arasında (örneğin sokaklarında) yürüyen, o yapma çevreler içinde (örneğin fabrikalarında) çalışan, o yapma çevrelerin önünde (örneğin heykellerin çevresinde) oturan insanların ilişkilerinin/çatışmalarının bizzatihi kendisi olan insanlardır. Ve üstelik “yapma çevreler” ile donatılmış şehirler: New York City-Manhattan ya da İstanbul-Levent aynılığı gibi, nasıl birbiri ile “benzeşik” olursa olsun, o yapma çevrenin yapıcı emeği ve kullanıcısı olan insan hiç aynı değildir. En azından her şehrin “mesai saatleri” dışındaki insan hayatları hiç aynı değildir.

Ama sinema bunu çok az önemsedi... 
Edebiyat ve müzik, hatta tamamen burjuva yönelimi olarak doğan modern resim ve modern şiir “şehrin insanını” hep önemsedi ama, sinema “hiç aynı” olmayan bu özneyi önemsemedi. Hemingway'den Paris'i, Sait Faik'den İstanbul'u ya da Dostoyevski'nin her romanındaki baş kahramanı olan St.Petersburg'u, yaşayanlarının yaşamı ile öğrenebildik ama, sinema o şehirde yaşayanların yaşamını sunarken bize, onlar gibi çaba göstermedi.

Haksızlık yapmamalıyım; yukarıda alıntı yaptığım Özgen'in yazdığı gibi: “şaire daha yakın dur(an)”, “şehir etrafında dolanma(yan)”, “bizzat şehri başrolde kişileştirerek aktar(an)” sinemacılar ve filmler olmadı değil şüphesiz. Hemen aklıma gelen: Derviş Zaim'in Rumelihisarı çevresinde yaşayan evsiz Mahsun'u irdelediği Tabutta Röveşata (1996)'sı, Ümit Ünal'ın senaryosunu yazdığı, 5 ayrı “çarpıcı Beyoğlu-Aksaray hattı” öykülerinden oluşan Anlat İstanbul (2005)'u, Mustafa Altıoklar'ın İstanbul Kanatlarımın Altında (1996)'sı, Erden Kıral'ın sürgün edilmiş bir öğretmenin yaşamını irdelediği Hakkari'de Bir Mevsim (1983)'i, konumuz bağlamında Ömer Kavur'un Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) ve daha anımsayamadığım bir dizi “bizzat şehri başrolde kişileştirerek aktar(an)” filmler çevrildi sinemamızda. Ama, dünya sinemasının bir resim tablosundaki ya da bir şiir veya müzik eserindeki, “ritim ve ahenk” arayışının bir sonucu olarak şehri hep “bir siluet” olarak görme arzusu, yapışıp kaldı sinemaya ve dolayısı ile sinemamıza.

Şehri “bir siluet” durumuna öteleyen bu “ritim ve ahenk” arayışı, kısa sürede sinemamızı da “tutsak aldı”. Türk filmlerinde “şehir”: hep zaten var olan “ezeli”, kuralları zaten “tıkır tıkır” işeleyen “ebedi”, gelinmesi gereken “steril”, yaşanması gereken “şaşâlı”, aralarına karışılması gereken “güleç yüzlü” insanların kaldırımlarında yürüdüğü, kuyruklu Amerikan arabalarının Bebek'te, İstinye'de tur attığı, özetle, dönemin Türk filmleri Türkçesiyle konuşursak: “mesut ve bahtiyar” olunacak “yegane” bir yerdi. 

Ve zaten o yerin adı da belliydi: “İstanbul”. 

Filmler; Haydarpaşa ya da Yeni Cami görüntüsü eşliğinde ve hiç uğraşılmadan hemen İstanbul'da başlıyor, hiç tanıtılmadan bir İstanbullu'nun, sanki hep olmuş gibi külliyetli bir insan kaynağı çalıştırdığı, mutlaka bir Kasır ya da Çamlıca'daki veya Bebek'teki “şatovari” malikanesinde süren mükemmel hayatına giriliyordu. O ”şatovari” malikanenin sahibi, ona sunulan bu “harikulade” şehirdeki, bu “harikulade” olanakları -ve ondan istenilenleri- doğru anlayıp hayata geçirdiği için zengin olmuş, “Kayseri şiveli” bir tüccardı çoğu zaman. Ve onun mutlaka bir kız çocuğu olurdu ve mutlaka bir Teknik Üniversite mezunu (bazen de bir dolmuş şoförü) “zıpçıktı” peyda olur, onun en önemli hazinesi olan kolejde okuttuğu kızını (ama aslında servetini) elinden almak isterdi. 

Kanımca, şehri “bir siluet”ten, insanların ilişkilerini de bir dizi “komplolar”dan ibaret olarak algılayan İstanbul “üstenciliği”, Türk sinemasının yarım yüzyılını elinden alıp götürdü. Acımasızlık yapmamalıyım, benim gibi “şehir okumaları” yapanlara ise mükemmel (ya da dönemin Türk filmleri lisanıyla konuşursam: “harikulade”) bir fotoğraf arşivi bıraktı[5].

Peki... Ayvalık mekanlı filmlerde de şehir hep bir siluetten mi ibaretti?
Evet... Hep değil belki ama bu üstenciliği benimsemiş Türk sineması, Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981)'ne kadar Ayvalık'ı, hep bir dekor olarak kullandı. Onun için, bu şehir sadece “güzel bir siluetten ibaretti”. Yukarıda da yazdığım gibi aslında Türk sineması, “kendisi olarak özdeşleştiği” İstanbul da dahil olmak üzere tüm şehir filmlerindeki şehirleri, sadece aradığı “ritim ve ahenk”in arkasında duran bir “siluet” olarak gördü. Onu (o şehri) bir siluet olarak kullanırken, o silueti yaratan toplumsal ilişki ve çatışmalara hiç kafa yormadı. 

Mübadeleyi, zeytini, zeytin toplamaya giden “tayfayı”, o zeytini sıkan “presi”, o presi tutan “işçiyi”, oradan akan zetinyağını, o yağı satan tüccarı, onları doğuran anneyi, yetiştiren öğretmeni, sebze satan pazarcıyı... uzatmayayım o araziyi kullanan insanları tanımak için, hiç kafa yormadı. Kendi filmlerinde (İstanbul mekanlı filmlerde yani) olduğu gibi, şehre gelen bir yabancı ya da o yabancı kadar yabancılaşmış eski bir hemşehri, kendi üstenci bakışının izin verdiği kadar şehirle temas kurabildi. O yüzden tüm Alibey Adası balıkçıları “Karadeniz şivesi” ile, tüm varlıklı erkek tüccarlar “Kayseri şivesi” ile ve sadece bir filmde atıf yapılan -ve ne tuhaf hala yaşadıkları düşünülen- Rumlar ise “aksanlı İstanbul Rum şivesiyle” seslendirildiler. 

Yerli halk, yani şehrin asıl birleşeni Ayvalık'lı: ya hepten “korkak” ya hepten “lümpen” ya da aslında senaryo için hep “fuzuli” idiler. 

Şöyle ki:
Orhan Elmas'ın yönetmenliğini yaptığı ve Turgut Özakman'ın senaryosunu yazdığı mükemmel bir film olan Duvarların Ötesi (1964)'nde; Mektepli, Babaç, Kemal ve Dede tiyatro oyuncusu Gül Targan'ı rehin alarak İsmetpaşa Mahallesi'ndeki fabrikalara saklanırlar ve bu fabrikanın sahibi “Kayseri şiveli” Güpçüoğlu, sadece zeytinyağı stoklarının peşindedir film boyunca. 

Yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı, senaryosu ise Umur Bugay'a ait olan ve yetmişli yıllar Türk sinemasının “çevre-politik” duruşu nasıl da iyi özümsediğini gösteren ve bence mükemmel bir “kent-politik” film olan Tuzak (1976)'da, kurulacak fabrika nedeniyle iç denizde oluşacak çevre felaketini sürekli yerel gazetesinde yazan ama elinden bira şişesi düşmeyen gazeteci Tahsin “zaten ayyaş”tır.

Yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı ve senaryosunu Ayşe Sasa ile Erdoğan Tünaş'ın birlikte yazdığı Kambur (1973)'da, Kapri Gazinosu'nda çalışan kör kemancı Ali'ye duyduğu “muazzam” aşk nedeniyle gözlerini ona bağışlayacak olan Azize, daha filmin başında, Alibey Adası'ndaki Agios Yannis Kilisesi'nin hemen yanında “tecavüz” etmek için onu bekleyen Selim'in elinden zorla kurtulur. Aynı filmde hala Rumların yaşadığı sanısı ile senaryoya yerleştirilen Tasula Abla, İstanbul Rumları şivesi ile aksanlı Türkçe konuşturulur. 

Polyanna romanının "naif" bir film uyarlaması olan, yönetmenliğini Temel Gürsu senaristliğini Hamdi Değirmencioğlu'nun yaptığı Hayat Sevince Güzel (1971)'de Ayşe; annesi de ölünce, müthiş bir insan kaynağını Çamlık'daki malikanesinde istihdam eden, “şıkıdım şıkıdım” bir kadın olan halası Handan Hanım'ın evine yerleşir ancak “lümpen Ayvalık'lı gençler” pikaptan yükselen disco müzik eşliğinde dans partisi yapılan evde yerel kıyafetleri ile geldiği için onu aşağılarlar. 

Yönetmenliğini Orhan Aksoy'un yaptığı senaryosunu Bülent Oran ve Ahmet Üstel'in yazdığı Hayat Bayram Olsa (1973)'da Ceylan Ateşoğlu, “bu bir ayı” dediği, Ayvalık'lı bir hayvan yetiştiricisi olan Rüstem ile nişanlanmak üzeredir, aralarında “kan davası” olan ailenin oğlu Doğan Barutoğlu'nun “adaya” gelmesinden az önce. 

Yönetmenliğini Aram Gülyüz'ün yaptığı ve senaryosu Hamdi Değirmencioğlu'na ait olan Özleyiş (1973)'de, Ayşe'nin babası Orhan İstanbul'da tıp okuduktan sonra Ayvalık'a geri dönmüş bir doktordur ve tüm Ayvalık'lı erkeklerin peşinden koştuğu Bahar'la evlenir. Ancak “kötü niyetli bir yerli” olan Tarık, Bahar'a komplo kurarak içkisine ilaç katar, onu uyutur... Orhan bunu görünce intihar eder Bahar'da kasabayı terkeder. 

Nejat Saydam'ın senaryosunu yazıp yönettiği Alev (1976)'de ise emekli diplomat Muhlis Bey'in kızı Alev, Alibey Adası'nda balıkçılık yapan Yağmur Reis'e tutulur (filmin 64. dakikasından sonraki bölümü Ayvalık'ta geçer ve balıkçılar nihayet Karadeniz şivesi ile konuşturulmaz artık) ancak babası Ali Reis “yabani bir yerlidir” ve bu evliliğe karşıdır. 

Ayvalık'ta çekilen tek arabesk dönemi filmi olan ve yönetmenliğini Osman F. Seden'in yaptığı, senaryosunu ise Erdoğan Tünaş'ın yazdığı Bıktım Hergün Ölmekten (1976), birbirlerini İstanbul'dan tanıyan Meral ve Orhan'ın hüzünlü öyküsüdür ve “kan davası” filmin ana temasıdır. 

Dönemin çok tutan bir şarkısı ile beğenilmeyi hedefleyen[6], yönetmenliğini Nuri Akıncı'nın, senaristliğinin ise Recep Filiz'in yaptığı Ah Dede Vah Dede (1977), “Karadeniz şiveli” komik bir balıkçı filmidir. 

“bizzat şehri başrolde kişileştirerek aktaran” ilk Ayvalık filmi...
Ayvalık kasaba dokusu ve şüphesiz fiziki mekanları kavranarak yazılan ilk senaryo Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981)'dir. Yönetmen Ömer Kavur'un, Selim İleri'den bir senaryo yazmasını istemesi üzerine yazar, 6 ay süresince Ayvalık'ta bir pansiyonda yaşamaya başlar. O günlerde “asker kaçağı” da olan Selim İleri için bu “saklanmadır” aynı zamanda. Selim İleri senaryonun gelişimini ve Ayvalık'ta geçirdiği günlerini şöyle anlatıyor: 
Ayvalık sonbaharın bütün renklerine bürünmüştü ve yazdan hala izler taşıyordu. Sevimli bir pansiyonda kalıyorduk. Hayatımın en mutlu zaman dilimlerinden biriydi. Senaryomun hayata geçişiydi, peliküle geçişi, yaşaması, canlanmasıydı ve ben buna tanıklık ediyordum. Ömer Kavur'un mesafeli yaklaşımıyla senaryodaki aşırı duygusallıkta frenlenmişti.[7]
İçinde tek Ayvalık sözcüğü geçmediği halde kendisine hemen “bu bir Ayvalık filmi” dedirten senaryosu ve anlatılan olayın her anını doğru veren çekim teknikleri ve elbette Cahit Berkay'ın mükemmel müziği[8] ile film hakettiği övgüyü hemen aldı. 

Filmin konusu kısaca şöyleydi: Film yıllar sonra ayrıldığı sevgilisi Fuat'ı yeniden görmek için kasabaya bir kez daha gelen Aysel'in eski terminaldeki yazıhaneden, geldiğini haber vermek için telefon açışı sahnesi ile başlar... Bir anda öykü karşımıza serilir: taşraya tayin olmuş genç ve ilerici bir kadın öğretmendir. Fuat ise işleri kötü giden bir zeytinyağı atölyesi sahibidir ve ailesi onu kasabanın zenginlerinden Recep Bey'in kızı Belgin ile evlendirmek istemektedir. Fuat kendi nişan töreninde Aysel'i görür ve ondan etkilenir. Peşine düşer. Ancak Aysel'e resim öğretmeni Bedri'de aşık olur. O kadar ki, Fuat'ın da aşık olduğunu öğrendiğinde sessizce intihar eder. Fuat üzerindeki baskılar giderek artar ve bir tartışmanın ardından Aysel Ayvalık'ı terkeder. 

Ayvalık'ın zeytin kadar bir başka önemli olgusu: mübadele...
Türk sinemasının mübadele konusuna karşı uzun süren duyarsızlığı oldukça düşündürücüdür. Dünya tarihinin uluslararası hakemlerin önünde imzalanmış “ilk ve tek nüfus değişimi” olan 1923 mübadelesi, sinemamızın dikkatini ancak 90'lı yılların sonunda çekmeye başladı. 

Bu anlamda Ayvalık için çok önemli bir belirleyici olan mübadelenin 1991 yılında, Feride Çiçekoğlu'nun Suyun Öte Yanı adlı senaryo ile çevrilmesi önemlidir. Belki de bir ilk olarak bu filmin çok beğenilmesi üzerine Çiçekoğlu daha sonra romanı kaleme almıştır. Tomris Giritlioğlu'nun yönettiği film bir hayli fazla “imgeleme” ile ele alınması, konunun anlatımını çok zorlamıştır. Ama önemli bir ilktir bu film. 

Konusu özetle: 12 Eylül darbesi ile tutuklanan öğretim üyesi Ertan serbest kalınca eşi Nihal ile birlikte Alibey Adası'na tatile gelirler ve Girit mübadili Sıdıka Hanımın pansiyonunda bir süre kalırlar. Sıdıka ile arasında başlayan dostluk sonucunda, Yunan Albaylar Cuntası Yunanistan'ından kaçan bir avukatın unuttuğu kitabı okuma olanağı bulur Nihal. Ertan ise o avukatı, Alibey Adası sokaklarında yaşatır "hayalleri" ile.

Filmin tema müziği olan Ağır Kapı'nın sözleri Murathan Mungan tarafından yazılmış ve Yeni Türkü tarafından bestelenmiştir[9].

bizim mahallenin filmi: Ay Büyürken Uyuyamam...
Şayet Şeytanın Kahvesi'nin taraçasına oturup, köy minibüslerinin kalktığı köşedeki boş binaya bakar ve burası hakkında mimari bir konu açarsanız, biliniz ki çok mahcup olursunuz. Zira o binanın yaşı sadece, 5'dir (beş). Bahsettiğim bina, Ay Büyürken Uyuyamam (2011)'in film platosudur ve sadece bir dekordur. Neredeyse tamamen 13 Nisan Caddesi'ndeki Şeytanın Kahvesi ile karşısından kalkan köy minibüsleri kooperatif binası arasında geçen bu film özetle bizim mahallenin filmidir. Suat Bey'in kendi kahvesinde müşteridir, sevgili Mustafa zabıta elbiseleri içinde dükkan basar ve Hasan Bey, Ali Bey Cami'nin son cemaat yerinde Belediye başkanı Dönek Hüsam'ın yaptığı konuşma sonrasında provokasyona gelen kitlenin içinde yerini almıştır. Yetmezmiş gibi senaryo Necati Cumalı'nındır ve Şerif Gönen uzun bir aradan sonra film yapmıştır. 

Ama... 
Filmin konusu şöyledir: Melek iki genç kızı ve kocası ile Ayvalık'da tatlıcı dükkanı işletmektedir. "Boyu kadar kızları" olmasına rağmen henüz gençliğini ve güzelliğini kaybetmemiş olan Melek'e bazen açıktan bazen gizliden bütün kasaba erkekleri tutkundur. Kocasını bir eşcinsel ilişki üzerine yakalayan ve onu evden kovan Melek'in üzerinde şimdi daha fazla göz, daha fazla baskı vardır... Yetmezmiş gibi Mert'in işe başlaması ardından aynı erkeğe aşık olan anne-kız arasında bir de çatışma gelişmiştir. Film, Melek'in kızlarını alarak Ayvalık'taki “gerici” güruhun saldırısından kaçması ile son bulur.

Ayvalık toplumu içindeki “farklılıklara” değinen ilk film: Arkadaşlar Arasında-Rakı Masası
Benim gibi çok az izleyici “bıktırıcı” tek mekan filmlerinden hoşlanır. Örneğin Kaybedenler Kulübü (2011) ya da Siyah-Beyaz (2010) bu tür filmlere örnektir. Mekan çok ender değişir ve bir sahnedeki konuşma tamamlandığında neredeyse filmin bir çeyreği de biter. Hakkıbey Yarımadası'ndaki bir koyda geçen Arkadaşlar Arasında-Rakı Masası (2013) bu filmlere yeni bir katkıdır. Film izleyicisi burası Ayvalık olmasa, başka bir deniz kenarı ilçesi olsa ne değişirdi ki? diye sorgulamaya giriştiği sırada, filmin senaristi ve yönetmeni Gökhan Horzum hemen yanıtını vermektedir: “olmazdı!”.

Düzeyi tartışılır komedi filmler dışında son dönem İstanbul mekanlı filmlerde ele alınan “roman hayatı”, bu filmde Ayvalık özelinde ve çok başarılı olarak irdelenmiştir. Deniz'in nefret ettiği “hacı babası” (ki eski bir sol militandır) ile olan çelişkisini “rakı masasındaki” arkadaşları ile paylaşırken konu bir anda “patlar”. Roman vatandaş Resul, Özgün Zeytincilik'in Atatürk Bulvarındaki satış mağazasında bir anda filme dahil olur.
 
Ayvalık'ta çekilen Türk filmleri kaynakçası 
Bu makale boyunca birkaç defa tekrarladığım gibi, Ayvalık arazisi üzerinde 28 film çekilmiştir. 2016 yılında, Britanya yapımı Picnic in Gaza filminin 9 ülkede yapılan çekimlerinden bir bölümü de Ayvalık'ta geçmiştir ve bu film, Ayvalık'ı kaydeden ilk yabancı filmdir. Yıllara göre filmlerin adları, yönetmenleri, imdb puanları ve çekim yapılan mekanlarına dair listesi şöyledir: 






1960 
Yak Bir Sigara (Yönetmen: Agâh Hün) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: Mezarlık, Cumhuriyet Meydanı, Fabrikalar Aralığı Sokak, Çamlık, Kaymakamlık 





1961 
Üç Çapkın Gelin (Yönetmen: Süha Doğan)
Filmin Geçtiği Mekanlar: filmi bulamadığım için film izleyemedim

1964 
Duvarların Ötesi (Yönetmen: Orhan Elmas)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Talatpaşa Caddesi, İsmetpaşa Mahallesi, Sakarya Avcılar Kulübü, Cumhuriyet Caddesi, Tariş Deposu, Makarna Fabrikası, Eski postane 

1971 
Hayat Sevince Güzel (Yönetmen: Tamer Gürsu) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: Cumhuriyet Meydanı, Belediye Sokak, Çamlık 
1973 
Hayat Bayram Olsa (Yönetmen: Orhan Aksoy)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Cumhuriyet Meydanı, motor iskelesi, Alibey Adası, Agios Triada Kilisesi, Su Ürünleri Kooperatifi 

1973 
Kambur (Yönetmen: Atıf Yılmaz)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Alibey Adası, Agios Triada Kilisesi, Agios Yannis Kilisesi, Taş Kahve, Su Ürünleri Kooperatifi, Karanfil Sokak (ya da Bakkal Sokak)



1973 
Özleyiş (Yönetmen: Hamdi Değirmencioğlu)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Çamlık, Belediye Parkı, Paşa İskelesi, Cumhuriyet Meydanı 

1976 
Alev (Yönetmen: Nejat Saydam)
Filmin Geçtiği Mekanlar: 65. dakikadan sonra, Cumhuriyet Meydanı, motor iskelesi, Alibey Adası 

1976 
Bıktım Hergün Ölmekten (Yönetmen: Osman F. Seden) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: Alibey Adası










1976 
Tuzak (Yönetmen:Atıf Yılmaz)
Filmin Geçtiği Mekanlar: İsmetpaşa Mahallesi, Muradiye Çarşısı, Belediye Sokak, Migros, Sakarya Ortaokulu, Cumhuriyet Meydanı 







1977 
Ah Dede Vah Dede (Yönetmen: Nuri Akıncı) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: Alibey Adası, Taş Kahve, Cumhuriyet Meydanı 


1981 
Kırık Bir Aşk Hikayesi (Yönetmen: Ömer Kavur)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Eski otogar, Cumhuriyet Meydanı, Kırlangıç Fabrikası, İsmetpaşa Mahalalesi, Taxiarchis Kilisesi, 

1986 
Kısrak (Yönetmen: Ülkü Erakalın) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: Altınova'da bir çiftlik 


1988 
Av Zamanı (Yönetmen: Erden Kıral)
Filmin Geçtiği Mekanlar: filmi bulamadığım için film izleyemedim

1991 
Suyun Öte Yanı (Yönetmen: Tomris Giritlioğlu)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Cumhuriyet Meydanı, Alibey Adası, Patriça Koyu

2005 
Babam ve Oğlum (Yönetmen: Çağan Irmak) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: Altınova Salih Sural çiftliği 

2008 
Ulak (Yönetmen: Çağan Irmak)
Filmin Geçtiği Mekanlar: ?? 

2008 
İki Çizgi (Yönetmen: Selim Evci) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: ?? 

2010 
Veda (Yönetmen: Zülfü Livaneli)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Alibey Adası, Taxiarchis Kilisesi 

2011 
Ay Büyürken Uyuyamam (Yönetmen: Şerif Gören)
Filmin Geçtiği Mekanlar: 13 Nisan Caddesi, Şeytanın Kahvesi, Halaların bahçesi, otogar 

2012 
Uzun Hikaye (Yönetmen: Osman Sınav) 
Filmin Geçtiği Mekanlar: Altınova 

2013 
Arkadaşlar Arasında - Rakı Masası (Yönetmen: Gökhan Horzum)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Hakkıbey Yarımadası, Atatürk Bul. Özgün Zeytincilik 

2014 
Meddah (Yönetmen: Batur Emin Akyel)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Cumhuriyet Caddesi, Çamlık 

2014 
Deniz Seviyesi (Yönetmenler: Nisan Dağ, Esra Saydam)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Küçükköy, Sarmısaklı

2015 
Senden Bana Kalan (Yönetmen: Abdullah Oğuz)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Alibey Adası, Cumhuriyet Caddesi, Uzun Sokak, Taş Kahve 

2015 
Geniş Aile Yapıştır (Yönetmen: Ömer Uğur)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Altınova 

2016 
Ali Kundilli 2 (Yönetmen: Faruk Aksoy)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Küçükköy 

2016 
İkinci Şans (Yönetmen: Özcan Deniz)
Filmin Geçtiği Mekanlar: Alibey Adası










(tablo.1)
AYVALIK MEKANLI FİLMLERİN FİLM TÜRLERİ TABLOSU


(tablo.2) 
AYVALIK MEKANLI FİLMLERİN YÖNETMEN, SENARİST ve 
YAPIMCILARI TABLOSU



































(tablo.3) 
AYVALIK MEKANLI FİLMLERİN COĞRAFİ BÖLGELERİ ve 
MEKANLAR TABLOSU





































[*] Bu makale, 4 Eylül 2016 tarihinde Ayvalık'ta açılışı yapılan Vatandaşın Yeri Bahçe Sineması'nın ilk suaresi öncesinde yaptığım sunumun genişletilmiş halidir.

------------------
DİPNOTLAR
 1. 2106 yılı Biritanya yapımı olan ve yönetmenliğini Philippe Vartan Khazarian'ın üstlendiği, Picnic in Gaza filminin 9 ülkede yapılan çekimlerinden bir bölümü de Ayvalık'ta geçmektedir. Bu ilk yabancı yapımı ne yazık ki daha izleyemediğim için çalışmaya dahil etmedim.

 2. Film türü bilgileri imdb.com sinema sitesinde tanımlanan kodlamalardan alınmıştır. Ancak “politik” ve “çevre” adlı başlıklar tarafımca eklenmiştir.

 3. 2 Mart 1895 günü, Lumière kardeşlerin gara giriş yapan bir trenin 46 saniyelik görüntülerinden oluşturdukları filmin Paris Grand Cafè'deki sunumu ilk sinema gösterisi olarak kabul edilir.


 4. Özgencil, Mete. “Sinema ve Kent”, Cogito “Kent ve Kültürü” özel sayısı, Yaz 1996, s:192, 1996.

 5. Bu çalışma bir “Türk sineması tarihi” araştırması olmadığı, Ayvalık'ta çekilen Türk filmlerine yönelik bir derleme çalışması olduğu için, dönemin “muazzam” eserlerini uzun uzun vurgulamaktan kaçındım. Yoksa bir çırpıda onlarcasını sayabileceğimiz “toplumcu” ya da en azından “toplumu ele alan” dönem filmleri, bugün başarıdan başarıya koşan Türk sinemasının oluşumundaki “tartışılmaz” yapı taşlarıdır.

 6. Evin, Engin. A. Ah Dede (Vah Dede) / B. Sana Muhtacım, 45'lik CBS Plakçılık, plak no. 8, 1975.

 7. İleri, Selim. Anılar; ıssız ve yağmurlu, Doğan Kitap, İstanbul, 2002, s.157. 
Ayrıca bkz. İleri, Selim. Kırık Bir Aşk Hikayesi, Ada Yayınları, İstanbul, 1983. 

 8. Cahit Berkay'ın mükemmel müziği yıllar sonra Jehan Babur tarafından sözlü olarak yeniden yorumlandı.



Gittim çok uzağa
Dönemem artık ben oraya

Yok ki hiç sebebi
Bir hikayeydi bitti

Geri dönsem aynı sen mi
Eski bize hiç benzer mi
Olmaz, kalp anlamaz, bildiklerimle biz olmaz

Hatıramda, sonsuz boşluklarda
Bir otobüs garında, sessiz telefonda sen

Yağmurlarla, aklımın incesinde
Yalnız boş şehirde, söz vermiş köşelerde ben

Dağınık bu sofrada
Küskün sandalye sor bir daha

Kimdi o masada
Diz dize duran kimdi

Geri dönsem aynı ev mi
Kuş çırpınır mı, bizi bilir mi

Olmaz kalp dayanmaz
Bildiklerimle artık olmaz

Hatıramda, faytondan yolculuklar
Heyecandan susmuş sözler
Hayata göğüs geren sen

Rüzgarıyla kaybolmuş kırgın gönlüm
Yol vermiş dalgın deniz
Boş vermiş zaman bizi gel

 9. Yeni Türkü'nün bu mükemmel film müziğini dinlemek için: