Urla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Urla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2015 Pazartesi

BİR SÜKUT-U HAYAL ÖYKÜSÜ: Vourla (Βουρλά)


48 saat boyunca okudum ne bulduysam; Pericik bana: “Urla'ya gelmek ister misin?” diye sorması ardından. Klazomenai'dan Vourla'ya geçen süreci, konyak firmasının kuruluş öyküsünü, kuru üzüm üretimine geçiş meselesini, Limantepe kazılarını, “tarihin ilk zeytinyağı atölyesi rekonstrüksiyonunun” öyküsünü, Necati Cumalı ve Yorgo Sefereis ve tabi ki Tanju Okan'lı Urla'yı ve daha bir çok şeyi okudum yola çıkmadan. Ve hazırlıklarımı o kadar eksiksiz yapmaya çalışmıştım ki; sözde akşam üzeri olacaktı yarın, tüm şehri adımladıktan sonra ben, Tanju Okan Parkı içindeki heykelin karşısında bir banka oturup dinleyeceğim “ben artık parkta yaşıyorum” şarkısını bile telefonuma yüklemiştim. Düşünün yani!

Ve tabi her gittiğim şehir için hazırladığım türden “gezi kitapçığımı” da hazırlayıp pdf kopyasını oradaki bir kırtasiyeden çoğaltıp, Necati Cumalı ve Yorgo Sfereis kitapları satın alırken, dükkan sahibi ile laflayarak -onun önerilerini de alıp- bu şehri 4-5 saat adımlayacağımı düşlüyordum, şehir sapağından ayrılıp limana doğru yol alırken.

Uzatmayayım ve aslında isteyen okur için yazının bir tür sonuç bölümüdür bu paragraf: akşam 17 sularında şehri terkederken, yukarıda okuduklarınızın hiç birini gerçekleştiremedim, katmer yemek dışında... Ne üzücü... A! Bir de ve arabada Tanju Okan parçasını dinleyerek arkamızda bırakıyorduk Urla'yı.

Ayvalık'a nasıl “hastalıklı bir aşk ile bağlandıysam”, hiç sevmediğim şehirler de olmuştur hepiniz gibi benim de. Terslik bu ya belki de genel kanı olarak sevilmeyen şehirleri de sevmişliğim olmuştur. Ve hangisi olursa olsun, dönüşüm ardından bir kaç gün boyunca en azından, hafızamda yaşamaya devam etmiştir o şehirler. Ama inanın bana arkamda bıraktığım bu şehir gibi, hiç bir verisini benimle yaşamasına izin vermeyen bir başka şehir olmadı hayatımda. Bunu bana Urla yaşattı... İnanılmaz!

Ne bir Necati Cumalı ne de bir Yorgo Sefereis kitabı ekleyebildim kütüphaneme ve hatta katmercinin “ıslak mendilini” bile edinemeden, sadece Emel Hanım'dan aldığımız bir buzdolabı magneti ile döndük “bizim" Ayvalık'a.

Ağaçlı Yol (Mithat Paşa Cadesi) ve sigarasız adımlanan 3 km
Pericik beni kavşakta bırakıp, görüşmesini yapacağı firmaya doğru hareket ederken, saat 13 sularında, çakmağı arabada bıraktığımı fark ettiğimde, yaşayacağım tek sıkıntının, bulacağım ilk bakkala kadar ya da ağzında sigara ile yürüyen bir insanı görene kadar sigara içememek olduğunu düşünüyordum, yayaları düşünmeden tasarlanmış trafik kavşağından karşıdan karşıya geçmeye çabalarken...


Bu “şehri yayasızlaştırma” meselesi giderek ciddi bir hal almakta, bak ben size söyleyim. İstanbul'u felan geçtim ama mesela "bizim" Ayvalık'ta bile, Atatürk Bulvarı'nın Armutçuk ve Ali Bey Adası yol ayrımında çim refüje basmadan karşıya geçemiyor, mesela İsmet İnönü Kültür Merkezi'ne gitmek isteyen birisi. Mesela bir iki hafta önce Uşak'da “tarihi evler sokağı” tabelasına kanıp gittiğim sokakta, bıraktım fotoğraf çekmeyi o tarihi evleri çıplak gözle göremedim bile arabalardan ve otobüslerden dolayı. Acaip ötesi... Hakikatten “şu Türkler çıldırmış olmalı”...



Evet tekrar Urla...

Ne bir bakkal (ve hatta büfe) ve ne de, elleri cebinde ağzında tüttürdüğü sigarası ile yürüyen bir adamın olmadığı, AĞAÇLI -ama yayasızlaştırılmış- YOLDA yürümeye devam ediyorum. Sağlı sollu dikilmiş ve cumhuriyetten büyük çam ağaçları arasından ve kanımca “kutsal” bir yolda cırcır böceklerinin çılgın senfonisi eşliğinde ve vızır vızır geçen çılgın hızlı araçların ve hatta “hafriyat kamyonları”nın yanından 2-3 km yürüyorum.

Teneke arabalardan fırlatılmış teneke bira kutularının pasına bakarsak, uzun zamandır, bırakın benim gibi bir başka romantiği, çöpçülerin bile yayan olarak yürümediğini söyleyebilirim size. Ve bu yol boyunca “ilaç niyetine” bir iki tarihi veri görüyor gözlerim sadece. Bu mümkün olamaz. Olamaz zira 16.yüzyılda yukarıya taşınan şehir merkezi ile limanı bağlayan “tek” arteldeyim şu an. Böylesi bir “tarihsiz” 2-3 km yol olamaz. Bu “kökünden temizlenmiş arazi” olsa olsa, “saldırı/yağmalama/yıkma” denkleminin imar düzeni peyzajı olmalıdır. İlk izlenim olarak ben, bu geçmişinden temizlenmiş peyzajı hiç sevmedim.







Biraz sonra bir umut belirdi... “Bekarın Yeri” adlı inek ahırı çıktı karşıma. Kepaze araba egzoslarının yaydığı pis gazlar izin verdiği ölçüde burnuma gelen tezek kokusu mutlu etti beni. Düşünün yani...



Koşarcasına ulaşmak istediğim yerler bu yolun sonundaydı. Bunlardan biri bir zeytinyağı atölyesi idi ve tahmini yapılış yılı günümüzden 2700/2600 yıl öncesine dayanıyordu. Geçen yıl Ayvalık'ta, 19.yüzyıl sıkımhanelerini incelemiştim ama birazdan göreceğim "miras" gördüklerimden 24 yüzyıl daha eskiye dayanıyordu. Heyecanımı bir düşünün yani... Bu kazı alanı, buluntular, çıkarılan sonuçlar ve çizimler için klazomeniaka.com ve apelasyon.com sitelerini incelemenizi öneririm.











Burada kazı alanında yaptığım bir tartışmayı da okurla paylaşmak istiyorum.

Bu, yukarıdaki fotoğraflardaki atölyeye ait rekonstrüksiyonunun çatı örtüsü meselesi. Bulunduğumuz toprak Ionya olduğuna ve bugün onun mimarisi ve yapı tekniği hakkında oldukça geniş bilgimiz bulunduğuna göre, o "iskandinav şapkası" bana iyi araştırılmamış hissi, daha açık yazarsam "düşük olasılıklı bir varsayım" hissi verdi.

Bu endişemi/yargımı kazı alanında rehberlik yapan görevli arkadaşla da paylaştım. Ve hatta ona bu örtü "çok kuzeyli" dedim. Ve ekledim "mesela geçen yıl Samsun'da çalışıyordum ve orada bir "disneyland" vardı (Amazon Köyü) ve oradaki canlandırma mekanlarda bu çatı örtüsü yapılmıştı, sordum onlara da ve bana böyle böyle diye anlattılar ve ben dönünce araştırma yaptım ve olabilir dedim. Zira onlar "kuzey" göçmenleri idi. Ama buradaki göç "batı" göçü. vs vs". Arkadaş bana "burada bulunan bir lahit üzerindeki rölyefde bu çatı örtüsü" olduğunu söyledi. Ama lahitin sergilendiği yeri bilmiyordu. Özetle o çatı kanımca çok fazla "kuzeyli" ve Ege çatı örtüsü ile çelişmekte.

Bir başka "garip konu" ise şu: kazıyı Hitit Üniversitesi yürütüyor. Yani bizim Çorum'lular. Ve İonya toprağında, Hitit birikimli bir üniversitenin çalışma yapması bana "çok acaip" geldi. Bilimin "evrenselliğini" bana anımsatmayın biliyorum ama bu durum bana "acaip geldi". Ki kaldı ki Yüksek Teknoloji Enstitüsü kampusu burada... Bilemiyorum bir şeyler burada yanlış kanımca... Bu arada okurun kafası biraz karışmış olabilir, doğru anımsıyorsunuz hala İzmir'e 32 km uzaklıktayız...

Evet diğer görmek istediğim "miras" ise 6.000 yaşındaki çapa idi.

Denizcilik tarihi hakkında çok sınırlı bilgim var ama, o "6.000 yıl" bilgisi "3 milyar ağaç bilgisi gibi" asparagas değil ise, dünya denizcilik tarihinin kimi bölümlerini yeniden yazdıracak bir şeyden bahsetmeliydi ve "o" aşağıda fotoğrafı olan binanın içindeydi ve ben giremedim... Bahçe kapısını açacak kişiye ulaşamadığım için ben oraya giremedim... Saat hala 16 idi ve günlerden de perşembe idi ve her isteyen onu görebiliyor idi, ama ben göremedim. Aynen turizm danışma memuru, o gün gelmediği için turizm ofisinin kapalı olması gibi bir durumdu bu. Benzetme yapmadım yanlış anlamayın, "ofis memuru o gün gelip ofisi açmak istememiş"... Ya!


Mimari cephelere taktım bu aralar ondan mıdır bilemiyorum ama, buranın depo mu fakülte mi olduğunu anlayamadım. Bizim "gemici" Tuncay belki aydınlatır bir gün beni, bu binadan nasıl da "mükemmel" denizciler çıkacağı konusunda. bu kadar yeter....