Zeytinyağı işliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zeytinyağı işliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2024 Pazartesi

bir zamanlar Ayvalık VIII. AYVALIK'ta ZEYTİNYAĞI ÜRETİMİ

resim: bbcgoodfood.com


Bir süre önceye kadar, "bir zamanlar Ayvalık" adlı bir yazı dizisi ile, Ayvalık'ın değişik üretimlerini ve olaylarını, "asiaminor.ehw.gr" üzerinden çevirmeye çalışıyor ve yayımlıyordum. Bu çeviriler, 2013 - 2016 yılları arasında, "Ayvalık için birlikte yürüyeceğimize inandığım" kişilerin "manevi güçleri" ile yapılmıştı. Unuttuğum bir taşınabilir HDD'de, aşağıdaki metin çıktı.

--- ( * ) ---


AYVALIK'ta ZEYTİNYAĞI ÜRETİMİ

1. Giriş
Ayvalık ve çevresi antik çağlardan beri yabani zeytin ağaçlarından oluşan yoğun ormanların varlığıyla ünlüydü. Çıplak tepelerin yamaçları bile, başka bir ürün yerine zeytinliklere uygun araziye sahipti. Zaten 18. yüzyıldan beri, sistematik zeytin yetiştiriciliği yerel halkın ana mesleği olmuştu. Hem yabani ağaçların evcilleştirilmesi hem de Müslüman mülklerinin Hıristiyanlara satılması ve açık arazide [yeni] genç ağaçların dikimi [ile elde edilen] yağ üretimi bölgedeki Yunanlılar için çok önemli bir geçim yolu yaratmıştı. Böylece, 20. yüzyılın başlarında, zeytin bahçeleri şehrin çevresindeki alanda 60.000 dönümlük bir alanı ve komşu bölgelerde 20.000 dönümlük bir alanı kapladı. Ayvalık yönetimine ait tarlaların çoğu, esas olarak şehrin kuzeydoğu bölgesini kaplamıştır. Aynı zamanda (20. yüzyılın başlarında), ailelerin yaklaşık yarısı zeytin ağaçlarının kapladığı daha küçük veya daha geniş alanlara sahipti.

2. Mülkiyet ve [tarlanın] işletilmesi
Mülk sahibi, kendi mülkünün ürününü denetliyor ya da gözetmenliğini kendisinin güvendiği adamına ustabaşı olarak devrediyordu. Zeytinin hasadı için işçileri işe alamayan pek çok mal sahibi, yıllar içinde bu mülklerini kiraladıklarını söylediler. Kiracılar mülkiyeti kiralamadan önce, zeytinlik sahibi ile kararlaştırılmış olan belirli bir miktar yağı vererek, zeytin üretimi için araziyi kiralıyorlardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru zeytin verme sistemi de uygulandı. Mal sahipleri, belli bir miktar para karşılığında bu zeytini "toplayıcılara" (αποκοπτσήδες) yağ yapmaları için satıyordu. Fiyatın değeri, meyvenin kalitesi ve miktarı, değirmenlerden değirmene ve fabrikanın yerine (nakliye maliyetleri vb) göre değişiyordu. "Toplayıcılar" sadece iç pazarda değil, yurt dışında da yağ satışı yapan büyük ölçekli tüccarlardı. 1900'den itibaren arazi sahipleri ve kiracıları veya zeytin ve yağ alıcıları ve ek olarak tarım işçilerinin aldıkları ücret, genellikle tatmin edici olduğundan, yağ üretiminde bu yöntemden faydalandı. 

Bu durum, ücretlerin artması, dolayısıyla ticaret ve zanaatların artmasıyla  birlikte Ayvalık'ın ekonomik ve sosyal hayatı üzerinde genellikle olumlu bir etkiye sahip olmuştur. Aynı zamanda, öncelikli olarak topluluk okullarına karşı hayırsever faaliyetler ve faydalar artmıştır.

3. Tarımsal çalışma
Çiftçilik her yıl yapıldı, her zaman üretim ikiye katlandı ve bazen üç katına çıktı. İlki, ağaçların Mart ayında ve ikinci mayıs ayında temizlendikten sonra gerçekleştirildi. Bu, çiftlerin gelirlerini arttırmak için hayvanlarını kullanmaları ve toprağın ürününü toplandığı zamandır. Bu, zeytinlerin yetiştirilmesi ile yakından ilgilidir. Bir çift öküzle sürdükleri, genellikle geçimlerini sağlayan 16 ila 20 zeytin ağacından oluşan iki dönümlük bir alandır. Sulama genellikle ilkbahar ve yaz aylarında, özellikle genç zeytin ağaçlarına yapılırdı. Çalışmanın bu aşamasında birçok mevsimlik ücretli emekçi çalışıyordu.

Budama ve temizleyiciler ağaçların budama ve temizlenmesi için hasat ederlerdi. Gerçekten de, Ayvalıklı toplayıcılar, geniş bölgede "en iyi" olarak kabul edildi. Onlar, işe yaramaz olan, çok besin tüketen, meyve vermeyen dalları kesiyorlardı. Toplayıcılar dalları usulca kesiyor, böylece ağaç havalanıyor ve güneş tüm noktalarına [işleyebiliyordu]. Öte yandan, toplayıcılar, ölü noktalarını temizlemek için gövdenin kuru ve çürümüş kısımlarını, dalların ve kuru kısımlarını temizler ve koparırlardı. Böylece ağaç açık bir şemsiye biçimini alırdı.

Zeytin ağaçlarının ortaya çıkarılması da tarlada önemli bir işti. Birçok işçi ağaçların etrafına çukurlar açardı, böylece ağaç yağmur suyunu çok emer ve mineralleri çözen nemi muhafaza ederdi. Aynı zamanda, toprağın havalandırılmasını ve güneşlenmesini kolaylaştırır, bu da köklere faydalı olmasını sağlardı. Ağaçların gübrelenmesi her üç ila dört yılda bir gerçekleşirdi. 

Çalışmanın bu aşamasında ağaçların etrafına, saçılan hayvan gübresi kullanırdı. Bu nedenle, Ayvalık bölgesinin gübre ihtiyacını karşılamak için gerekli miktarlar çok büyüktü ve diğer bölgelerden gübre getirilmişti. Batı Anadolu'daki Yunan işgali sonrası kimyasal gübreler kullanıldı. Fakat 1922'deki olaylar bunu durdurdu.

4. Zeytin Hasadı
Önce, her gün değiştirilen suyla dolu kaplara konan yeşil zeytinleri toplarlar, sonra onları tuzlarlardı. Sonra kırmızılaşan zeytin toplanır, son olarak da, nüfusun en fakir kesimleri tarafından tüketilmek üzere bekletilen, "kazınmış siyah zeytin"ler toplanırdı.

Zeytin toplama süreci, Osmanlı Türkçesinde, bir grup, kabile veya topluluk anlamına gelen "tayfalar" tarafından gerçekleştirilirdi. Bu çalışma aşamasında çoğunlukla kadınlar istihdam edilirdi. Yerel işçiler yeterli olmadığında; Midilli (Λέσβος), Gökçeada (Ίμβρος :: İmroz), Limni (Λήμνος :: Ilımlı) ve Trakya'dan "tayfa" toplanırdı. Zeytinlik sahipleri, uzun yolculuklarından kaçınmak için, bunların yatmaları ve yemek yemeleri için evlerinden yeterince uzakta, malikanelerdeki "hasomeri" (χασομέρι) dedikleri kulübeler sağlarlardı. 

Yabancı işçiler dışında, yerel halk da bu kulübelerde yaşardı. Aynı kulübelerde, topladıkları zeytini şehre transfer edene kadar saklarlardı. Hasat aşamasında çocuklar da çalışırdı. Çocuklar genellikle geçici depolama yerlerinde zeytin sepetlerini boşaltırlar ve zeytin yüklenen hayvanları şehre götürürlerdi. Bu çocuklar çoğunlukla küçük çiftçi ailelerinden gelirler ve ailelerinin çalışmalarından edindikleri tecrübe nedeniyle, işverenler tarafından tercih edilirdi.

Hasat tamamlandığında, geniş bölgedeki nüfusun daha fakir kesimlerinden insanların çeşitli arazilere girmelerine ve kalan meyveleri toplamalarına izin verildi. Bu işleme "başaki" (μπασάκι) hasattan sonra yerinde bırakılan meyve anlamına gelen Türkçe başak kelimesinden gelir) ve son ürünü toplayanlar da "başakçı" (μπασακτσήδες) adı verilirdi.

5. Zeytinin şehre aktarımı
Çalışmanın son aşaması, zeytinin Ayvalık'a taşınması idi. Arabalar ve hayvanlar, atlar, katırlar, eşekler ve hatta develer ulaşım için kullanılırdı. Gerçekten de, kentteki mevcut develer yeterli olmadığından, komşu bölgelerden ve köylerden ya Hristiyan ya da Müslümanlardan hayvan sağlanırdı. Zeytinler, sahiplerinin depolarına taşınır ve buradan da öğütmek için değirmene çok hızlı bir şekilde nakledilirdi. Sonra yeni zeytinyağı sahibinin boşalan bu depolarına geri transfer edilirdi. 

Zeytini kırsal alandan şehre taşımak için kullanılan ana yollar şunlardı: 
a) Kentin kuzeyindeki Agios Spyridon (Αγίου Σπυρίδωνος) yolu,
b) Şehrin ortasından [geçen] Ajiganaria (Ατζιγκανάρια) ve Lagoumi (Λαγούμι)'ye giden yol,
c) Yine şehrin ortasından başlayan Paliobakhtse (Παλιομπαχτσέ) yolu,
d) Ayvalık'ın güneydoğusundan başlayan ve Yeniçeriköyü'ne (Γενιτσαροχώρι) devam eden Agios Antonios (Αγίου Αντωνίου) yolu [2].

Yolculuk boyunca insanlar ve hayvanlar, taş basamaklardan inildiği için "basamak" (ασκαλωτά) adı verilen çeşme ve kuyularda susuzluklarını giderirlerdi. Hükümet yolu olan Agios Spyridonos (Αγίου Σπυρίδωνοςdışındaki çeşmeler ve kuyular genellikle özel kişiler tarafından yapılırdı yollar ise, vergilerden yapılmıştır. 

6. Zeytinyağı üretimi
Zeytin hasatından sonra, yağ üretimine geçilirdi. Bunun ilk aşaması, zeytinlerin öğütülmesi ve yağın çıkartılmasıydı. 19. yüzyılın sonlarına kadar çoğu toprak sahipleri, zeytinleri büyük çaplı ahşap depolardan, bahçeden taşıdıktan sonra tuzlamışlardır. Bu yönteme, mevcut zeytin değirmenlerinin kısa sürede öğütülmeye yeterli olmadıkları için gerekli görülmüştür. Bu yöntem genellikle büyük toprak sahipleri ve zeytin değirmeni sahipleri tarafından uygulandı. Bunun bir nedeni, üreticinin veya zeytin değirmenleri sahiplerinin öğütecekleri çok miktarda zeytin elde ettikleri içindi. İkinci nedeni de, bu miktarda zeytinin, yağ çıkarılmadan "çürümemesi" için tuzlanırdı.

Ayrıca, tuzlu zeytinden elde edilen yağ hem yemek hem de yakıt için uygundu. Üstelik, İstanbul'daki camilerinin yanı sıra, avizeler asılı Rusya kiliselerinin ihtiyaçlarını karşılamak için büyük miktarlarda satılırdı. Rusya'da olgunlaşmamış meyvelerden üretilmiş veya soğuğun yaktığı ya da bir hastalığa sahip olan yağlar da gönderilirdir. Bu yağlar, kaynatılarak rafine edilirdi bu yüzden besinlerini kaybederdi ama yakıt olarak çok uygunlardı.

Sıkımhane işlerinin ikinci aşaması, yağın temizlenmesi ile ilgili çalışmaydı. 19. yüzyılın sonlarına doğru, yağ üretimi hızla artmış iken, temizlik de yapılmalıydı. Bu nedenle, pamuk ve özel kumaşlardan oluşan temizlik makineleri kullanılmaya başlandı. 

7. 19. Yüzyılın "Zeytin Krizleri"
İki büyük kriz, Ayvalık yağ sektörünü önemli ölçüde etkilemiştir. Bunlardan birincisi, 1850 Ocak'ında meydana geldi ve uzun vadeli yağışlara ve sıcaklıktaki keskin ve büyük düşüşe bağlıydı. Sonuç olarak, zeytin ağaçlarının yaklaşık yarısı köklerinden kurudu, diğer yarısı ise büyük zarar görmüşlerdir [3]. 

Zeytin üretiminde meydana gelen azalma, kent nüfusunun büyük bir kısmının bu işle uğraşması nedeniyle, yıllar süren ciddi ekonomik sorunlara neden oldu. İkinci kriz ise 1887 kışında meydana geldi ve 1850'lere kıyasla daha küçük olmasına rağmen, büyük sorunlara da neden oldu. Bu tahribata, Pindas'ın (Madara Dağı) karla kaplı tepelerinden gelen soğuk hava neden oldu. Zeytin ağaçlarının büyük bir kısmının "yanmasına" neden olan üretimdeki azalma, gelirlerin azalmasına, nüfusun önemli bir kısmının tüketiminin azalmasına ve işsizliğe yol açmıştır. Kentin ekonomik yaşamı 1850 krizine oranla daha hızlı düzeldi.

8. Sanayi ve İhracat
19. yüzyılın sonuna kadar Ayvalık'ın yağ üretimi at ve elle çalışan sıkımhanelere dayanıyordu. 20. yüzyılın başlarından itibaren, 1922 yılına kadar buharlı değirmenler faaliyete geçti. Buharla çalışan fabrikaların ilk kurucuları Stephanos ve Michalis Sevastos kardeşlerdi. Modern öğütme makineleri ve geleneksel zeytin değirmenleri, sadece yerel üreticilere değil aynı zamanda, Edremit'e kadar komşu bölgelerdeki üreticilere de hizmet etmek için yeterliydi.. Zeytinyağı üretiminde modern makinelerin ve iyileştirme yöntemlerinin uygulamaya konulması, yağ artışının yanı sıra kalitenin iyileştirilmesine de katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, 20. yüzyılın ilk yirmi yılı boyunca yağ ihracatı yükseldi. Bununla birlikte, belirli yağ ihracat istatistiklerine sahip değiliz, ancak bazı kaynaklara göre, 1910'dan beri zeytinyağı ihracatı, işlenmiş derilerin ve sabunların ihracatından elde edilen kardan çok daha fazla kar getirmiştir [4].

Ayvalık zeytinyağını alan başlıca yabancı tüketim merkezleri şunlardı: Amerika, İtalya ve Fransa. Daha sonra yukarıdaki ülkelere Almanya ve Avusturya da eklenmiştir.

Yazan: Xourianos Manolis (05.08.2002)

1. 1 m3 = 6.25 okka (οκάδες)
2. Küçük Asya Çalışmaları Merkezi, ph. A7, Ayvalık.
3. Sakkaris, G., Ayvalık Tarihi (Atina 1920), s. 170.
4. Sakkaris, G., Ayvalık Tarihi (Atina 1920), s. 172.


10 Ağustos 2015 Pazartesi

BİR SÜKUT-U HAYAL ÖYKÜSÜ: Vourla (Βουρλά)


48 saat boyunca okudum ne bulduysam; Pericik bana: “Urla'ya gelmek ister misin?” diye sorması ardından. Klazomenai'dan Vourla'ya geçen süreci, konyak firmasının kuruluş öyküsünü, kuru üzüm üretimine geçiş meselesini, Limantepe kazılarını, “tarihin ilk zeytinyağı atölyesi rekonstrüksiyonunun” öyküsünü, Necati Cumalı ve Yorgo Sefereis ve tabi ki Tanju Okan'lı Urla'yı ve daha bir çok şeyi okudum yola çıkmadan. Ve hazırlıklarımı o kadar eksiksiz yapmaya çalışmıştım ki; sözde akşam üzeri olacaktı yarın, tüm şehri adımladıktan sonra ben, Tanju Okan Parkı içindeki heykelin karşısında bir banka oturup dinleyeceğim “ben artık parkta yaşıyorum” şarkısını bile telefonuma yüklemiştim. Düşünün yani!

Ve tabi her gittiğim şehir için hazırladığım türden “gezi kitapçığımı” da hazırlayıp pdf kopyasını oradaki bir kırtasiyeden çoğaltıp, Necati Cumalı ve Yorgo Sfereis kitapları satın alırken, dükkan sahibi ile laflayarak -onun önerilerini de alıp- bu şehri 4-5 saat adımlayacağımı düşlüyordum, şehir sapağından ayrılıp limana doğru yol alırken.

Uzatmayayım ve aslında isteyen okur için yazının bir tür sonuç bölümüdür bu paragraf: akşam 17 sularında şehri terkederken, yukarıda okuduklarınızın hiç birini gerçekleştiremedim, katmer yemek dışında... Ne üzücü... A! Bir de ve arabada Tanju Okan parçasını dinleyerek arkamızda bırakıyorduk Urla'yı.

Ayvalık'a nasıl “hastalıklı bir aşk ile bağlandıysam”, hiç sevmediğim şehirler de olmuştur hepiniz gibi benim de. Terslik bu ya belki de genel kanı olarak sevilmeyen şehirleri de sevmişliğim olmuştur. Ve hangisi olursa olsun, dönüşüm ardından bir kaç gün boyunca en azından, hafızamda yaşamaya devam etmiştir o şehirler. Ama inanın bana arkamda bıraktığım bu şehir gibi, hiç bir verisini benimle yaşamasına izin vermeyen bir başka şehir olmadı hayatımda. Bunu bana Urla yaşattı... İnanılmaz!

Ne bir Necati Cumalı ne de bir Yorgo Sefereis kitabı ekleyebildim kütüphaneme ve hatta katmercinin “ıslak mendilini” bile edinemeden, sadece Emel Hanım'dan aldığımız bir buzdolabı magneti ile döndük “bizim" Ayvalık'a.

Ağaçlı Yol (Mithat Paşa Cadesi) ve sigarasız adımlanan 3 km
Pericik beni kavşakta bırakıp, görüşmesini yapacağı firmaya doğru hareket ederken, saat 13 sularında, çakmağı arabada bıraktığımı fark ettiğimde, yaşayacağım tek sıkıntının, bulacağım ilk bakkala kadar ya da ağzında sigara ile yürüyen bir insanı görene kadar sigara içememek olduğunu düşünüyordum, yayaları düşünmeden tasarlanmış trafik kavşağından karşıdan karşıya geçmeye çabalarken...


Bu “şehri yayasızlaştırma” meselesi giderek ciddi bir hal almakta, bak ben size söyleyim. İstanbul'u felan geçtim ama mesela "bizim" Ayvalık'ta bile, Atatürk Bulvarı'nın Armutçuk ve Ali Bey Adası yol ayrımında çim refüje basmadan karşıya geçemiyor, mesela İsmet İnönü Kültür Merkezi'ne gitmek isteyen birisi. Mesela bir iki hafta önce Uşak'da “tarihi evler sokağı” tabelasına kanıp gittiğim sokakta, bıraktım fotoğraf çekmeyi o tarihi evleri çıplak gözle göremedim bile arabalardan ve otobüslerden dolayı. Acaip ötesi... Hakikatten “şu Türkler çıldırmış olmalı”...



Evet tekrar Urla...

Ne bir bakkal (ve hatta büfe) ve ne de, elleri cebinde ağzında tüttürdüğü sigarası ile yürüyen bir adamın olmadığı, AĞAÇLI -ama yayasızlaştırılmış- YOLDA yürümeye devam ediyorum. Sağlı sollu dikilmiş ve cumhuriyetten büyük çam ağaçları arasından ve kanımca “kutsal” bir yolda cırcır böceklerinin çılgın senfonisi eşliğinde ve vızır vızır geçen çılgın hızlı araçların ve hatta “hafriyat kamyonları”nın yanından 2-3 km yürüyorum.

Teneke arabalardan fırlatılmış teneke bira kutularının pasına bakarsak, uzun zamandır, bırakın benim gibi bir başka romantiği, çöpçülerin bile yayan olarak yürümediğini söyleyebilirim size. Ve bu yol boyunca “ilaç niyetine” bir iki tarihi veri görüyor gözlerim sadece. Bu mümkün olamaz. Olamaz zira 16.yüzyılda yukarıya taşınan şehir merkezi ile limanı bağlayan “tek” arteldeyim şu an. Böylesi bir “tarihsiz” 2-3 km yol olamaz. Bu “kökünden temizlenmiş arazi” olsa olsa, “saldırı/yağmalama/yıkma” denkleminin imar düzeni peyzajı olmalıdır. İlk izlenim olarak ben, bu geçmişinden temizlenmiş peyzajı hiç sevmedim.







Biraz sonra bir umut belirdi... “Bekarın Yeri” adlı inek ahırı çıktı karşıma. Kepaze araba egzoslarının yaydığı pis gazlar izin verdiği ölçüde burnuma gelen tezek kokusu mutlu etti beni. Düşünün yani...



Koşarcasına ulaşmak istediğim yerler bu yolun sonundaydı. Bunlardan biri bir zeytinyağı atölyesi idi ve tahmini yapılış yılı günümüzden 2700/2600 yıl öncesine dayanıyordu. Geçen yıl Ayvalık'ta, 19.yüzyıl sıkımhanelerini incelemiştim ama birazdan göreceğim "miras" gördüklerimden 24 yüzyıl daha eskiye dayanıyordu. Heyecanımı bir düşünün yani... Bu kazı alanı, buluntular, çıkarılan sonuçlar ve çizimler için klazomeniaka.com ve apelasyon.com sitelerini incelemenizi öneririm.











Burada kazı alanında yaptığım bir tartışmayı da okurla paylaşmak istiyorum.

Bu, yukarıdaki fotoğraflardaki atölyeye ait rekonstrüksiyonunun çatı örtüsü meselesi. Bulunduğumuz toprak Ionya olduğuna ve bugün onun mimarisi ve yapı tekniği hakkında oldukça geniş bilgimiz bulunduğuna göre, o "iskandinav şapkası" bana iyi araştırılmamış hissi, daha açık yazarsam "düşük olasılıklı bir varsayım" hissi verdi.

Bu endişemi/yargımı kazı alanında rehberlik yapan görevli arkadaşla da paylaştım. Ve hatta ona bu örtü "çok kuzeyli" dedim. Ve ekledim "mesela geçen yıl Samsun'da çalışıyordum ve orada bir "disneyland" vardı (Amazon Köyü) ve oradaki canlandırma mekanlarda bu çatı örtüsü yapılmıştı, sordum onlara da ve bana böyle böyle diye anlattılar ve ben dönünce araştırma yaptım ve olabilir dedim. Zira onlar "kuzey" göçmenleri idi. Ama buradaki göç "batı" göçü. vs vs". Arkadaş bana "burada bulunan bir lahit üzerindeki rölyefde bu çatı örtüsü" olduğunu söyledi. Ama lahitin sergilendiği yeri bilmiyordu. Özetle o çatı kanımca çok fazla "kuzeyli" ve Ege çatı örtüsü ile çelişmekte.

Bir başka "garip konu" ise şu: kazıyı Hitit Üniversitesi yürütüyor. Yani bizim Çorum'lular. Ve İonya toprağında, Hitit birikimli bir üniversitenin çalışma yapması bana "çok acaip" geldi. Bilimin "evrenselliğini" bana anımsatmayın biliyorum ama bu durum bana "acaip geldi". Ki kaldı ki Yüksek Teknoloji Enstitüsü kampusu burada... Bilemiyorum bir şeyler burada yanlış kanımca... Bu arada okurun kafası biraz karışmış olabilir, doğru anımsıyorsunuz hala İzmir'e 32 km uzaklıktayız...

Evet diğer görmek istediğim "miras" ise 6.000 yaşındaki çapa idi.

Denizcilik tarihi hakkında çok sınırlı bilgim var ama, o "6.000 yıl" bilgisi "3 milyar ağaç bilgisi gibi" asparagas değil ise, dünya denizcilik tarihinin kimi bölümlerini yeniden yazdıracak bir şeyden bahsetmeliydi ve "o" aşağıda fotoğrafı olan binanın içindeydi ve ben giremedim... Bahçe kapısını açacak kişiye ulaşamadığım için ben oraya giremedim... Saat hala 16 idi ve günlerden de perşembe idi ve her isteyen onu görebiliyor idi, ama ben göremedim. Aynen turizm danışma memuru, o gün gelmediği için turizm ofisinin kapalı olması gibi bir durumdu bu. Benzetme yapmadım yanlış anlamayın, "ofis memuru o gün gelip ofisi açmak istememiş"... Ya!


Mimari cephelere taktım bu aralar ondan mıdır bilemiyorum ama, buranın depo mu fakülte mi olduğunu anlayamadım. Bizim "gemici" Tuncay belki aydınlatır bir gün beni, bu binadan nasıl da "mükemmel" denizciler çıkacağı konusunda. bu kadar yeter....