Program etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Program etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Kasım 2007 Cuma

Gelecek geldi... 2

Üçüncü teknolojik devrimin meydan okuması...
3.bin yıl, yeryüzündeki milyarlarca insanın on iki bin yıllık geçmişi boyunca elde ettiği tüm başarıların, bu başarılara ulaşmak için yaptığı tüm buluşların ve bu buluşların geliştirilmesi ile oluşturulmuş tüm aparatların bileşkesi gücünde bir meydan okumayla -bize karşı direneceğini- ilan etmiş durumdadır. 

Günümüzden iki yüz yirmi yıl önce başlayan birinci teknoloji devrimi,  makineleri harekete geçirebilen Watt’ın buhar makinesi ile başladı ve bugün elimizde bulunan demiryollarını, buharlı gemileri,  fabrikaları yarattı. 

Yüz yetmiş yıl önce Faraday’ın elektrik jeneratörü ile başlayan ikinci teknoloji devrim ise, elektrik motorunun yürütülebileceğini, sokakların yapay olarak da aydınlatılabileceğini yani,  enerjinin teller aracılığı ile iletilebileceğini kanıtlarken diğer yandan da; hidrokarbon kimyasının gizemli dünyasını aralayarak ilk defa  doğanın dışında da bir şeyler üretilebileceğini bizlere gösterdi. 

Ve  kırk beş yıl önce transistörün bulunuşu ile başlayan üçüncü teknoloji devrim, o güne kadar mekanik olan tüm sistemleri önce elektro-mekanik, ardından da tamamen elektronik hale getirdi. 

Bu 3.teknoloji devrimi, elini attığı her şeyi küçülttü, uysallaştırdı, kullanılabilir ve denetlenebilir kıldı. 

Geçmişin motorları ne ise,  bugünkü mikroişlemciler de odur aslında
Bu yeni dönem karmaşık çarklar ve dişlilerden daha kolay bir sisteme dönüştürüldü. Tüm karmaşık zihin süreçleri “0”mı? “1”mi? sistemine indirgenerek ve dolayısıyla da her türlü karmaşık işlemi süratle çözümleyerek verilen görev sınırı içinde, bağlandıkları her türlü aparata hükmedebilir oldular.

Bu 0/1 sayesinde ses,  yazı, görüntü tek bir kanalda birleştirildi. Ayrı işlemler gerektiren sayısız aparat küçük bir çanta içinde taşınabilen donanımın içine alındı. Bu küçücük kutular hacimsel olarak yetersiz kaldığında ise, tüm dünyanın üzerinde saatte milyonlarca saat işlem yapabildiği "platformlar” kuruldu.

3.teknoloji devriminin bir diğer kulvarı ise gereç teknolojisindeki inanılmaz gelişmeler oldu. Yüzyılın başında aralanan hidrokarbon dünyasının kapıları, canlının kalıtım kodlarına müdahale edebilecek bir “cüreti” gösterdiği gibi, mikro ölçeğinin binde biri olan nano ölçeği ile tanımlanmaya başladı. 

BU MEYDAN OKUMANIN ARA SONUÇLARI:
Teknolojik değişim nedeniyle ortaya çıkacak meydan okuma kendisini önce altyapı alanında gösterdi. Binlerce yıllık insanlık tarihinin bizlere teslim ettiği ve bugünkü yerleşmeleri var eden üç altyapı öğesi; nehirleriyle,  yollarıyla,  limanlarıyla ulaşım sistemleri, barajlarıyla, reaktörleriyle, gaz boru hatlarıyla enerji sistemleri ve telefonlarıyla, posta örgütleriyle, manyetik dalgalarıyla iletişim sistemleri köklü olarak değişti. 

Bu alandaki inanılmaz değişim, yolların kesişim noktasında kurulan ve yaklaşık yedi bin yıldır bir “mekân” olarak varlığını koruyan “pazara” müdahale etti. Tüccarın malını tanıttığı, çiftçinin ürününü sattığı, zanaatkârın hizmet sunduğu ve kervanların durakladığı “o mekân” artık bir coğrafi yer değil bir iletişim ağı bir şebeke parçası olmaya başladı. 

Artık, internet aracılığı ile borsa kağıtları alıp satmak, TV aracılığı ile alışveriş yapmak için bir mekânda olmak değil, bir şebekeye bağlı olmak gerekli

Evrensel iktisadi değişimin meydan okuması...
Nikitin: “...iktisadi yasalar doğa yasalarına benzemez...” der ve ekler; “...Doğa yasaları hep vardır ve keşfedilmeyi beklerler. Yer çekimini Newton sadece keşfederek soyutlamıştır ama o yasa yeryüzü tarihi kadar eskidir. İktisat yasaları ise bulunmayı beklemez. O an için vardırlar ve onu keşfederseniz,  soyutlar ve tanımlı hale getirebilirsiniz. Bunu beceremezseniz “o kriz” an geçer ve bir diğeri yakalanana kadar siz bir önceki iktisat kuramı ile ilgilenirsiniz...

Geride bıraktığımız bin yılın sadece son yirmi yılını ele aldığımızda olağanüstü bir sistem çeşitliliği ile karşı karşıya kalırız. Taylor’un yüzyıl başında, 1911 yılında,  otarşik atölye kültüründen hiyerarşik fabrika kültürüne yönelmeyi ve tüm üretim bilgilerini eline alan merkezi yönetimin güçlendirilmesini savunduğu kapitalizm, yüz yıl boyunca son derece ciddi krizlerle dalgalandı. Bu krizleri değişik arayışlarla aşan kapitalist sistem, önce Fordist tezlerle parçacı üretime ardından verimlilik arayışları ile Fransız düzenleme okulunun neo-Fordist tezleri ile kendisini yenildi, yaklaşık yirmi beş yıl önce ise Piore  ve Sabel’in esnek üretim ve kalite çemberleri tezleri ile yepyeni bir sınaî üretim ilişkisine yöneldi. 

Bu son yönelim aslında tam anlamıyla bir Taylor yadsıması idi. İşini bilen, eğitimli ve kriz çözebilen yetenekli işçi timleri üzerinden kurgulanan sistem, sayısal teknolojinin de yardımıyla geçen bin yılın kapanışına damgasını vurdu. 

Geçen yüzyılın en büyük şaşkınlık yaratan gelişmesi, 1917 yılında yönetimleri peş peşe alan sosyalizmin yaklaşık yetmiş yıl sonra o derece hızla bunları geri bırakmasıydı. Belki de, Alvin ve Heidi Toffler’ın dediği gibi: “devrimi,  toplumsal üretim ilişkilerinin üretim araçlarına direnmesi anının krizi olarak gören” sosyalizm,  bizzat üretim araçlarının gelişimini izleyememenin faturasını çok ağır ödedi.

Geçen yüzyılın yarattığı en ciddi problem dünya nüfusunun 3/5’ini barındıran yoksullar liginin kurulması idi. Bu lig; etik, etnik ve ideolojik alanlardaki yoksullaşmalarını iktisadi yoksullaşmaları ile at başı yaşadı. 

Tüm değer yargılarını, yemeklerinden mobilyalarına tüm geleneklerini ve kendilerini var eden ideolojik/kültürel değerlerini birer birer yitiren bu yoksullar ligi, iktisaden de tam anlamıyla iflas etmiş durumdadır bugün. 90’ların sonlarına doğru Birleşmiş Milletler'in  Dünya Yoksullukla Savaş 10 Yılı ilan etmesi bu anlamıyla “manidar”dır. 

Bu yoksullar liginin başkaldırılarına bugün yeni yeni tanık olmaktayız. Özellikle Latin Amerika’da başlayan yoksulluğa karşı çıkış programları yeni bir “üçüncü dünya kalkınmacılığı” dönemini yeniden başlatabilir gözükmektedir.

Bu uyanışa karşın, 3.bin yılın ilk dönemi, 1990’larda başlayan teknopol takımadalar yılları olacak. Geçen bin yılın sonlarından başlayarak, Tokyo’nun A Şirketi, İstanbul’un B Şirketi ile birleşerek New York’un X Şirketinin pazarına girmişti. Ve bu olağanüstü “sermaye projesi”, sanal paranın da yardımıyla yerküreyi baştan aşağıya hiç durmadan tepmekteydi. Bu “seksen saniyede devriâlem” ne devletler tarafından kayıt altına alınarak vergilendirilebilmekte, ne de ücretli emek tarafından –örneğin- grev silahı ile denetlenebilmekteydi. 

Dolayısı ile 20.yüzyılın “ulus” ve “ulus devlet>” kavramları üzerinde oluşturulan kurumlar ve sistemler bu teknopol takımadalar sayesinde anlamını yitirmeye başladı. Düşünsenize yıllardır ordularını birbirlerine karşı zafer elde etmek için diri tutan iki ülkeden birisinin Atina sermayesi, diğerinin İstanbul sermayesine ait bir bankaya ortak olmaktadır bugün. 

Fransa devleti,  müttefiki olan bir ulusa dair destek yasasını, Paris sermayesi ile Ankara sermayesinin ortak mücadelesi sonucunda çıkartmamaktadır. 

Anlaşılmaktadır ki, devletler gibi GATT, AB türü devletlerarası yapılar da bu yeni iktisadi yapısal dönüşüm karşısında tutunamayacaklardır.

Geçen yüzyılın en önemli “başarı öyküsü” olan “yerel kaplanlar” ise hızla teknopol takımadaların kafeslerinin içine alınarak “terbiye edilmeye” başladılar. 

3.bin yıla taşınabilecek ve büyük bir olasılıkla da radikalleşerek varlığını uzun bir süre koruyabilecek yegane aktör “alternatif teknoloji” ve “çevreci iktisadi modeller” olacaktır. 

Sanırım bir şu kesindir:
3.bin yıl için bir toplumsal yaşam projesi yaratılsın veya yaratılmasın, ücretli emek gelecekte de atalarının kaderini fazlasıyla paylaşacaktır.

BU MEYDAN OKUMANIN MİMARLIK ALANINDAKİ SONUÇLARI:
Bu alandaki inanılmaz değişim kesin olarak mimarlık bürosu kavramını, aynen bakkallar gibi ortadan kaldıracaktır. 

Tasarım organizasyonları artık, uluslararası diller kullanan sayısız tasarımcı ve tasarımların sistemlerini kuran sayısız mühendis ile birlikte örgütlenmektedir.

Ülkemizdeki serbest büroculuk, diğer ülkelerde olduğu gibi “birleşmiş tasarım şirketlerine” adım atamadan daha, bu dikeyleşen ve kuralları “ulusüstü” olarak belirlenen “tasarımcılık/yapıcılık şirketlerine” dönüşecektir. Bu dönüşümün sancısı çok olacaktır. Ve doğal olarak kabak doğrudan, mimarlık örgütlenmesi olan Oda’nın başına patlayacaktır. 

Oda örgütlenmesi ciddi olarak değişmediği takdirde fiili ortama teslim olacaktır. Düşen üreme hızı, artan çevre bilinci, dikeyleşen tasarımcılık/yapıcılık şirketlerindeki ekonomik üretim ilkesi nedeniyle mimarlık pazarı hızla değişecek ve daha fazla restorasyon projeleri ile yap-sat kültürünü bir çırpıda değiştirecek olan “yık-yap-sat projeciliğine” yöneleceklerdir.

Mimar, tasarım süreci içine ve son derece ciddi olarak programlanmış ön fizibilite, yapım ve kullanım maliyeti gibi hizmetleri de vermeye başlayacak ve böylece mal sahibine sunulan ürünün biçimi,  niteliği ve anlamı tamamen farklılaşacaktır. Artık bir mal sahibi yirmi yıl sonrası olasılıklarla hazırlanmış kullanım maliyeti analizleri,  yaptığı pahalı yatırımın güvenlik simülasyonlarını ve onun yeniden üretimine ilişkin ayrıntılar içeren bir tasarım sürecini talep edecektir mimardan. 

Giderek artan kullanıcı hakları bilinci, bu talebin son derece kısa bir sürede oluşacağını bizlere göstermektedir. Bu kullanıcı kavramı, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız toplumsal proje ile ele alındığında çok ciddi bir güç halini alacaktır. Artık aldığı pirinçten kurt çıkınca hakkını alan tekil kullanıcı yerine kiracısı, mal sahibi ve işletmecisi ile birlikte hak arayan bir “mutabakat cephesi” mimarın karşısına çıkacaktır.

Genişleyen tasarım ve yapım ekibinin birbirleri ile olan ilişkisi, iletişimi ve ürün aktarımları ise daha bugünlerden kullanılmaya başlayan sayısal sistemler ile olacaktır. 3.bin yılın mimarı sadece yazılım kullanabilen bir tasarımcı değil,  bu sanal ilişki şebekesine egemen olan bir yönetici olmak görevi ile de yükümlenecektir.

İnsani değerlerin meydan okuması...
Yeryüzü olanaklarından eksiksiz yararlananlar ve onlara hizmet edenler olarak bölündüğümüz tarihimiz boyunca hep “gönenç” için koşullandırılmışızdır. 

Kabilemizin, beyliğimizin, ulusumuzun, kentimizin, ülkemizin “gönenci” hep ulaşılacak bir ülkü olarak sunulmuş, bu eksik kaldığı zamanlarda ise yapay “gönenç ülküleri” bizzat bizler tarafından yaratılmıştır.

Fransız devriminin bir proje olarak “yurttaşı yaratması” ile bu durum biraz farklılaşmış, “neyiz?” sorusu, “nereye ulaşmak istiyoruz?” sorusuna dönüşmüşse de, farklı bir notasyona dönüşen gönenç ülküsü yerini hep korumuştur. Sınıf hareketlerinden, askeri darbelere kadar her radikal dönüşüm bu ülkünün farklı vurgularını üretmiş ancak aslolan hep ulaşılması gereken “o günler” olmuştur. 

Bugün artık gönenç ülküsü yerini “ikna üzerine oturtulabilecek toplum projesine” bırakmıştır. Bir ulusal kimlik hareketi,  o ulusun kendisine oy vermesini sağlayamıyorsa veya bir sınıfsal dayanışma hareketi gücünü hala arttıramıyorsa, artık farklı bir durum var demektir. 

Bu “bireyleşme” ve “ikna olmadan adım atmama” eğilimi yepyeni bir yerel/ulusal/dünyasal bir örgütlenme projesinin “dünyaya gelmek istiyorum meydan okumasıdır”. 

Önümüzdeki günlerde özne de, eylem de değişecektir.
Bu projeyi ancak bizler üretebilirsek içinde ne polis, ne lacivert takım elbiseli bürokrasi ve ne de kesilen ağaçlardan üretilmiş kağıtlara basılan “ağaçları kesmeyin” afişleri olmayacaktır. Ne de “devletin güvenliği için kurulmuş -big brother- denetim ağları”. 

Bu yeni proje, sahip olunan tüm toplumsal servetin envanterini, “güvenlik nedeniyle bu bilgileri veremeyeceğiz” diyen ve tüm bilgileri kontrolü altında tutarak, ciddi manipülasyonlar kurgulayan devletin engellemeleri olmaksızın alenileştirilebilecektir. Alenileştirilen ve bize ait olan bu bilgiler üzerinde kurulacak yepyeni, ciddi ve gerçek bir “toplumsal mutabakat”, yepyeni tezler üretebilecektir. 

Yeni toplum projesinin bir diğer açılımı “tüm ayrılıklarımızla birlikte ama bir arada olmak” olacaktır. 

BU MEYDAN OKUMANIN ARA SONUÇLARI:
Yeni bin yılın meydan okuması sadece insani değerler alanında değil,  gündelik yaşamı tanımlama ve dönüştürme sanatı olan politika alanında da kendisini gösterecektir. Önümüzdeki yıllarda hiç bir delege simsarı temsilci, bu temsilcilerin seçtiği sultanlar yönetici, hiç bir sultanın sunduğu açılımlar da program olamayacaktır.

3.bin yılın toplumsal projesi, ciddi olarak örgütlenme hakkının kullanılması kararlılığı ile kendisini dayatacaktır. Ama bu örgütlenme basit bir parti, dernek, sendika veya oda üyeliği olarak gerçekleşmeyecektir. Bu örgütlenme bizzat kararın “üretilmesine” paydaş olmayı talep eden bir örgütlenme, ağ tipi bir örgütlenme olarak karşımıza çıkacaktır. Belediyeden, vergi dairesine, ticaret odasından, futbol kulübüne kadar tüm örgütlenmeler bu meydan okuma ile karşı karşıya kalacak ve bunu görmeyen tüm örgütlenmeler tarih olacaklardır.

Özet olarak, 3.bin yılın değişen insani değerlerinin meydan okuması, her konuda bilgi sahibi olmak isteyen bir yurttaş kimliğinin ortaya çıkması ile karşımıza gelecektir. Artık hiç bir kapı “kapalı”,  hiç bir bilgi “gizli” ve hiç bir karar “bizim mutluluğumuz için” alınamayacak, yapılsa bile yaşama geçemeyecek, geçse bile uyulmayacak, uyulsa bile muhalif olanlar sönümlendirilemeyecektir.

Yaşanabilir kent talebinin meydan okuması
Geçen yüzyılın son yirmi yılından bu yana tüm dünya kentlerinde ortak bir felaket yaşanıyor. 

Bu felaket, kent merkezlerinin ciddi olarak nitelik kaybına uğraması ve kurulan tüm altyapı tesislerinin, artan kentsel nüfus, günlük yaşantıdaki nitelik yükselmesi istemleri nedeniyle tam anlamıyla felç olmasında yaşanmaktadır. 

Otomobilleştirilmiş yaşam biçimi ile otoparklar yetersizleşmiş, ulaşım süreleri uzamış ve yeşil alanlar yok edilmişti. Değişen iletişim sistemlerine uygun olmayan sabit aktarım tesisleri işlevsiz, temiz ve kirli su dağıtım ve toplama servisleri yetersiz, kentsel güvenlik birimleri aciz,  kültür,  sağlık,  eğitim ve eğlence kurumları ise marjinal kalmıştı.

Ülkemizde olduğu gibi tüm dünyada da, yüzyılların en farklı göç hareketleri yaşandı. İktisadi,  siyasi ve askeri nedenlerle ülkeler arası göç etme, yerini yerleşmeler arası göçe bıraktı. Ve geçen yüzyılın son günlerinde yeni bir “iç göç” tanımı ortaya çıktı. 

Eskiden ülkesinden ayrılan veya ülkesi içindeki köyünden ayrılan kişi göçmen iken, şimdi geometrik olarak büyümüş kentin bir yerinden ayrılan göçmen sayılmakta. Ve yeni tür bir azınlık kavramı tüm dünyayı sarmaktadır.

Otomobil, geçen yüzyılın son çeyreğine damgasını ciddi olarak vurmuş bir ulaşım aracı olmuştu. Giderek konforu yükseltilen ve kentsel planlamadan mimari tasarıma belirleyici bir veri olarak giren otomobil, bu bin yılın da önemli bir öğesi olacağı kesindir. Artık kentler otomobille ulaşılabilirlik çapları çizilerek tasarlanmaktadır. 

Otomobilleştirilmiş kent kullanımı, kentin uzak ama ucuz arsalarının yerleşmelere dönüşmesini ve böylece de giderek kentsel lekenin bir yağ lekesi gibi büyümesine neden olmakta ve aynı zamanda da kendi felaketini de hazırlamaktadır. Bugün Ankara ve İstanbul’un kentler arası yollarına serpiştirilen ve her birinde on bin ila yüz bin arasında değişen otomobilli insanın yaşadığı bölgelerden işe gitmek demek, geniş ve standardı oldukça yüksek şehirler arası yolların, ilk bakışta bir otopark görüntüsüne bürünmesine neden olmaktadır. Ve bu otomobilli yaşamın yarattığı trafik gerginliğini, özel radyo şirketleri önemli bir veri olarak kabul etmekte, daha çok dinlenilen kanal olabilmek için bu saatlerde sürekli olarak “itidal müzikleri" yayınları yapmaktadırlar. 

Harcanan enerji, zaman, sinir gerginlikleri 3.bin yılda, yeni bir tür yaşanabilir kentler yaratılmasını dayatmaktadır. Bu duruma yönelik bir dizi karşı koyma projesi de oluşacaktır.

BU MEYDAN OKUMANIN ARA SONUÇLARI:
İlk akla gelen kent dışında yaşayanların işyerlerine yakın bölgelere geri gelmeleridir. Zaten yetersiz olan kentsel kalitenin bulunduğu bu bölgelerdeki yoğunluğun artması nedeniyle, oranın eski sakinleri, gelenlere direneceklerdir. Kent topraklarından vurgunculuk sağlamayı düşünen bir kesim ise bu gelişten yararlanmak isteyecek ve geri dönmeyi cazipleştireceklerdir. 

Buna karşın inanılmaz bir kent dışı boş konut stoku oluşacak, konutlarını satamayan sayısız mal sahibi ortaya çıkacak, belediye gelirlerindeki ciddi gerileme kent içi ile de ilişkili olan belediyelerin düşen kalite karşısında daha da aciz kalmalarına neden olacaktır. Bu ucuz topraklardan yararlanmak için kollarını sıvamış sayısız yüklenici ile profesyonel kooperatifçi iş yapamayacak ve ayrıca böylesine bir yaşam biçimine göre tasarlanmış sayısız kent dışı mağaza bu duruma direnecektir. 

Öyleyse olacakmış gibi gözüken diğer bir olasılık, yani kent dışlarındaki gündelik yaşamla iş yerlerinin aynı bölge içine alınması olasılığı gündeme gelmesidir. Ciddi bir yanlışlığı da içeren bu teslimiyetçi yöneliş ile kent içinde sayısız kent odakları üreyecek ve kent içinde “uzmanlık bölgeleri” oluşacaktır. Bu Fransa ve ABD’de denenmiş, ülkemize ise son iki yıldır yeni bir cila çekilerek önerilmektedir. 

Bu krizin çözümü ancak işyeri kavramının yeniden üretilmesi ile olanaklıdır. Büro otomasyonu ve bu aparatlara hükmedebilen evcil bilgisayarlar yardımıyla “ev-ofisler” oluşabilecek gibi gözükmektedir. 

Bunlardan ciddiye alınarak izlenebilecek bir deneyim, ülkemizdeki bir petrol şirketince bundan bir süre önce denenmeye başlanmıştır. Firma bu geleceği yüksek bir olasılık olarak görmüş ve yaklaşık dört yıl önce denemenin yapılacağı birimdeki tüm sekreterlerinin ve büro işçilerinin işlerine son vererek, bir ev-ofis sistemini kurmuştur. Şirket önce tüm üst düzey yöneticilerine ileri iletişim olanakları sağlayan aparatlarla donatmış, tüm taşıma araçlarını kullanan şoförlere telefonlar dağıtmış ve kriz noktalarda ufak ve tabi ki sayısal olanaklarla donatılmış “mikroofisler” açarak sayısal bir şebekeyi inşa etmiştir.

Bu arayışlar meslek alanımızda da sürmektedir. Bugün Ankara ve İstanbul’da birçok mimarlık bürosu,  statikçisi,  elektrikçisi,  tesisatçısı ile sayısal olarak iletişim kurmakta, BDT ortamında üretilen projeleri internet hatları ile bir diğerine göndermektedir. Bu sayısal iletişim olanakları 3.bin yılda insan emeğinin kurtuluşu için olağanüstü bir “açık” anlamına da gelmektedir. 

Bu ev-ofis sistemleri, ilk anda bir ortaçağ zanaatkârının atölyesini andırsa da,  bir yandan bilginin son derece hızlı olarak edinilmesini, yorumlanmasını, kullanılmasını, kopyalanmasını, bir diğerine iletilmesini ve yeniden üretilmesini sağlarken öte yandan da, klasik anlamdaki “iş saati kavramını” değiştirecek ve olağanüstü bir boş zaman karşımızda duracaktır. Bu da yurttaşların yeni kentsel servis taleplerini beraberinde getirecektir.

Yaşanabilir kentlerin barınma, ulaşma gibi en önemli öğelerinden birisi de eğitim olacaktır. 
Geçen yüzyıl boyunca demokratik özerk bir eğitimin felsefesi aranmış ve birçok ulus bu arayışına uygun çağdaş eğitim modelleri geliştirmişti. Ancak birinci ve ikinci teknoloji devriminin analizi ile geliştirilen bu eğitim modelleri,  üçüncü teknolojik devrimini sadece bir girdi olarak kabul etmiş ve bu devrimin harika ürünü bilgisayarı dersliklere sokmakla yetinmişti. 3.teknoloji devrimini önemsemeyen uluslar, hala mekanik mühendisi yetiştirmek çabasını sürdürmektedirler. 

Mekanik ağırlıklı eğitim modeli nedeniyle, işçiler kendilerini yan eğitim sistemleri ile besleyerek geliştirmişler ve geçen bin yıl kapanırken bir işi olan yurttaş olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak içinde yol aldığımız 3.binyılın egemen üretim araçları, içinde çark ve dişlinin neredeyse olmadığı süreçler olacaktır. Bu nedenle 3.bin yıla adım atmakla yetinmeyerek yaşamak isteyen her işletme son teknoloji devriminin analizi ile geliştirilecek bir eğitim programını tasarlamak ve işçilerine bu programı vermekle karşı karşıyadır. 

Yukarıda özetle anlatılan ve akla ilk olarak gelen bu gelişmelerin bir de bileşkesi olacaktır. Bu bileşke de son derece karmaşıklaşmış bir sosyal çeşitlilik olarak karşımızda duracaktır. Bu “ayrılıklarımızla ama bir arada” bulunacağımız bir demokrasiyi inşa etmek görevidir. Egemen etnik köken, iktisadi sınıf,  dini yapı, etik tercihin ortadan kaldırılabileceği bir bin yıl kentlerden başlayarak tüm yerküreyi sarabilecek gibi gözükmektedir.

VE ODA 
Yeni üretim araçlarını kullanarak yeni işlevlerle donanan mimar, yeni bir üretim ilişkisinin de doğmasına bizzat yardım etmektedir. Feodalizmin zanaatkârı nasıl kapitalizmi doğuran üretim araçlarını kullandıysa mimar da, yeni bir üretim ilişkisini bilmeden yaşama sokmuştur. Ve üretim araçları ile üretim ilişkisinin şiddetli uyumsuzluğu bilinir ki yeni bir yapısal ilişkinin doğmasını sağlar. 

Bugün için incelendiğinde Oda, 1960’lı yılların “parsel ölçekli üretim ilişkisi” üzerinde kendisini tanımlamaktadır. 

60’lı yıllardaki yap-sat üretim ilişkisinin en üst talebi olabilecek mesleki üretim biçimi “serbest büroculuk” olmuştur. Dönemin mimarları bu talebi kolayca yanıtlamış ve “serbest mimarlık büroları” ülkenin her yanına kısa sürede yayılmıştır. İmar Yasası değişiklikleri, yeni kapitalize olmaya başlayan kent küçük burjuvazisinin “Avrupa-i yaşam” arayışları ile başlayan apartmanlaşma, Cumhuriyet ardından başlatılan imar plan ve programlarının değiştirilmeye başlanması köylerden başlayan şiddetli göç dalgası, bir yandan "yap-satçıyı”, öte yandan da serbest mimarlık büroculuğunu beslemeye yetmiştir. 

Bu dönemde, mimarların ve doğal olarak da örgütlenmeleri olan Oda’nın “ilerici/solcu” konumlanışı böylesi bir tarihsellik içinde bakıldığında tamamen bir rastlantı sonucudur. Bu rastlantı,  27 Mayıs sonucunda görece özgürleşen sol tezlerin, üniversiteler aracılığı ile tüm yurda yayılmaya başlamasında ve mimarların da bu ortamlarda yetişmesinden kaynaklanmaktadır. Böylesi bir tarihi dönem sonucunda da Oda kendiliğinden sol olmuştur. 

Bugün egemen olarak mesleği icra etme biçimi olan serbest büro kavramı 3.bin yılda ancak “taşrada” yaşayan bir modele dönüşecektir. Yık-yap-sat sürecini 1980’den bu yana kontrolü altında tutan ve her türlü yasadışı durumlar ile ilişkilenmiş bulunan şirketler bu bin yıla damgasını vuracak gibi gözükmektedir. 

Oda, bu mesleki pratik alanındaki şiddetli değişime kafa yormadığı takdirde bir dizi gerilim ile baş başa kalacak ve çözüm yolları üretemediği her alan kendisinden kopmuş bir organ olarak ve kendi başına yaşayacaktır.

Bu gerilim alanlarının şunlar olacağını düşünmekteyim;
1.Dikeyleşmiş sermaye şirketlerinin örgütsel güçleri nedeniyle serbest iş yapma olanaklarını giderek kaybeden mimarlık bürolarının önce taşraya göç etmeleri ve ardından da kalitede rekabet yerine maliyetlerde rekabet arayışları sonucunda Oda kurallarından kopmaları.
2.Mesleki eylemliliğin köklü değişimlere uğraması sonucunda, tasarım firması içi veya firmanın bütünü olarak bir alanda uzmanlaşmanın başlaması ve bunların Oda’dan servis talep etmeleri veya Oda kurallarından hızla kopmaları.
3.Sermaye şirketine dönüşen SMB anlayışının kar rasyoneli ile ortaya çıkan bu yeni biçiminin Oda kuralları ile çatışmaya başlaması veya bu yeni biçim nedeniyle çelişkileri olan bir diğer üye grubunun, o üye grubuna karşı servis talep etmeleri veya her iki grubun da Oda kurallarından hızla kopmaları.
4.Ulusüstü ilişkilere girmiş veya yerli kara para ilişkileri ile güçlenmiş sermayeleri olan yapı/tasarım şirketlerinin Oda kurallarına meydan okuması -ve hatta genel kurullarla yönetime gelen dönüştürücü üyelerin Oda içinde bir güç odağı haline gelmesi-
5.Bilgisayar teknolojilerinin yardımı ile ortaya çıkan teknolojik meydan okumalar, 
6.Yeni döneme uyum sağlayamayan üyelerin içinde yer aldığı işsiz üyelerin Odadan servis talepleri, 
7.Taşra/metropol mimarlık eylemlerinin karşı karşıya gelmesi sonucunda ortaya çıkacak Oda içi yeni siyasi ittifak arayışları ve bunların yaratacağı dönüşümler.

Buraya kadar yazdıklarımızı bir girizgah olarak kabul etsek bile karşımızda duran ciddi görevin ARAMA/BULMA/KURTARMA/KULLANMA görevinin bizleri beklediğini söylememiz gerekir.

Bu anlamıyla TMMOB Mimarlar Odaı Ankara Şubesi, GELECEK GELDİ kabulü ile hazırlanacak bir eylem dönemini başlatmak zorundadır.

Dostluk ve Saygılarımla


29 Kasım 2007 Perşembe

Gelecek geldi... 1




 
Mimarlar odası çalışma programı için "mütevazı" katkılar...
Heraclitus,  bundan ikibinbeşyüz yıl önce,  “değişim dışında hiç bir şey kalıcı değildir” dediği bu yeryüzü, on iki bin yılı kayıtlanabilmiş tarihi boyunca neler yaşanmadı ki...

On iki bin yıl önce bir yere bağlı yaşamaya başlayan insan, tarımda sabanı kullanmak için altı bin, atı evcilleştirmek için yedi bin, Keops piramidini inşa etmek ve gemilerinde yelken kullanmak için sekiz bin yıl bekledi.

Kültürünü aktaracağı yazı için dokuz bin, bunu standartlaştırmak için ise üzerine bir beş yüz yıl daha bekledi. Metal silahlarla silahlanabilmek için on bin,  bu silahları düzenli ordularında kullanarak işgallere kalkışmak için ise on bin beş yüz yıl geçmesi gerekiyordu. Yazılı kültürünü İskendireye’de kurduğu kütüphanede saklamak için ise, tam on bin yedi yüz yıl geçirmesi gerekti. 

Üç bin yıl önce tek tanrı Yehova’ya taptı, bunun üzerinden bin yıl geçmişti ki Nasıra’lı İsa’yı çarmıha gerdi. Kağıdı kullanmak için on bir bin, bu kağıdı kitaba dönüştürebilmek için ise on bir bin sekiz yüz yıl bekledi. Bunları basabilmek için bir yüzyıla daha ihtiyaç duydu. Bastığı kitapları üniversiter eğitimde kullanmak için üç yüz yıl daha geçti. 

Kağıtla birlikte bulunan pusulayı, ancak  bin yüz yıl sonra Marco Polo Çin’e, bin üç yüz yıl sonra Kristof Kolomb Amerika’ya, Vasco de Gama ise Hindistan’a ulaşabilmek için kullanabildi.

Watt’ın buhar makinesi  yirmi yıl sonra Cartwright’ın buharla çalışan dokuma tezgahına, elli yıl sonra ise buharlı trene dönüşürken, Faraday’ın elektrik motoru Londra Metrosunda kullanılmak için otuz beş, Amerika’da tramvay olmak için kırk yedi yıl bekledi.

Wright kardeşlerin doksan dört yıl önce uçurdukları ilk motorlu uçak kırk beş yıl sonra ses hızını aşabildi. Yüz on yıl önce Alman Benz’in otomobil çalışmaları, ancak seksen altı yıl önce Henry Ford’un T modeli arabasına dönüşebildi. 

Bu geçen yıllara karşın, “rack&roll” müzik ile yaşıt transistörün canlı doku içeren mikroişlemcilere dönüşmesi için sadece kırk beş yıl yetti. 

Bill GATES’i dünyanın en zengin adamı yapan bu inanılmaz değişimin süreci, birçoklarımızın kişisel tarihinden bile kısa sürmemiş mi?

İlk yedi yılını tükettiğimiz 3.bin yılın, ilk günlerinden başlayarak toplumsal yapı, siyasi irade, teknolojik ortam, iktisadi yaşam ve dolayısıyla yapılı çevreler ciddi talepler, gereksinimler ve farklılıklar içerecek dönüşümleri yaşayacak. 

Bireyden başlayarak tüm örgütlü yapılara ve devletlerarası örgütlenmelere kadar hemen tüm organizmalar,  bu yeni duruma yönelik dayatmalarla ve zorla dönüşecek. Bu nedenle, bireyden topluluklara kadar her yapı, ciddi birer “yaşamda kalma projesi” ile kendisini bu yeni dönem için hazırlamalıdır. 

Öyle görülüyor ki 3.bin yıl, dört başlık altında bizlere meydan okuyacak:
1. Üçüncü teknolojik devrimin neden olacağı meydan okumalar, 
2. Evrensel iktisadi değişimlerin neden olacağı meydan okumalar, 
3. İnsani değerlerin değişiminin neden olacağı meydan okumalar ve
4. Yaşanabilir kent taleplerinin neden olacağı meydan okumalar.

Böylesine karmaşık ve her birisi bile nice çatışmalara gerekçe olmuş bu dört düzlemin bileşkesi olacak yeni bir yaşam, çok kısa bir süre içinde aşamalarla karşımıza gelecektir.

Birey,  mekân,  meslek,  örgüt,  ülke ve nihayet yer küre, bu bileşke kuvvetin karşısında ya durabilecek ya da güçlü rüzgarın karşısında yerle bir olacaktır. 

Korkunç olan durum, bu bileşenlerden birini veya ikisini veya üçünü aynı anda çözmenin bile yeterli olmamasıdır. Bugün; yaşayacağımız teknolojik,  iktisadi,  ideolojik ve nihayet mekânsal dönüşümleri aynı anda ele almak, soyutlamak ve kavramak gerekmektedir. Ve üstelik bu yeni duruma göre eylemek de artık yaşamsal bir zorunluluktur.

Yazının girişinde sadece teknoloji özelinde özetlediğimiz on iki bin yılı gözünüzde canlandırır iseniz; kullandığınız bir el aletini, taraftarı olduğunuz bir siyasi yönelimi veya gezdiğiniz bir tarihi dokuyu rahatça içinde bulursunuz.

İçinde bulunduğumuz bu geçiş yıllarını doğru analizler ile zenginleştirebilirsek yaşayacağımız, yanlış yorumlarımız üzerine ürettiğimiz eylemleri eylemeye çalışır isek de o tarihin bir parçası olarak silineceğimiz artık ortadadır

Bu anlamıyla TMMOB Mimarlar Odası Anlara Şubesi özelinde başlatılacak bir GELECEK GELDİ kabulü üzerine oturan çabalara kalkışmak zorundayız.

2000-2020 dönemi kabaca yeni döneme girişin “fuayesi” konumunda geçecek. Yani kimilerimiz birey veya kuruluş olarak fark etmez yeniye uyum gösterecek ve yaşamaya devam edecek, kimilerimiz ise direnecek ve yok olacak. 

Ama bize göre; “Kalmak mı zor? Gitmek mi zor?” ikilemi içinde debelenmek yerine, yeni dönemin yeni kurallarını belirleme görevine talip olmak çok daha anlamlı bir çabadır.

Bu yeni dönemi anlamak için, eski olan durumu dönüştürmek isteyen kuvvetleri biraz açmak gerekmekte. Bu "meydan okumalarına" ve olası "sonuçlarına" bir sonraki yazımda devam edeceğim.

Dostluk ve saygılarımla,